selamlar.
bugün bilkent'te liberal iktisat kongresine gittim. lisans dönemimde gittiğim etkinliklerle ilgili çoğu zaman yazı yazmaya çalışıyordum ama çok uzun süredir yazmıyorum. o yüzden bugünkünden biraz bahsetmek istedim.
öncelikle kongrenin afişine facebook'ta denk geldim. facebook'un sevdiğim yönlerinden biri. pek çok etkinlikten haberdar olma imkanınız oluyor. denk geldim gelmesine ama ne liberalim ne de iktisatçıyım. yalnız liberalizme az biraz ilgi duymaya, ne olduğunu merak etmeye başlamıştım son zamanlarda. bir arkadaşın da tavsiyesi üzerine dersi ekip buraya geldim.
alanım dışı konferanslara gitmeyi, alanımla ilgili olanlara gitmeye yeğlerim. üniversitedeyken de hukuktan ziyade psikoloji, girişimcilik, kariyer konulu seminerlere giderdim. çünkü okulda hukuk, evde hukuk, insan bazen bir nefes almak, ya da ondan da öte, farklı bir perspektif kazanmak istiyor. alan dışı konferanslar, sizde bir farkındalık oluşturuyor ve nitekim bugün de öyle oldu.
bilkent'e ilk gidişim. fazlaca toplu taşıma aktarması yapmam gerekti. o yüzden hem heyecanlı hem de gergindim ama neyseki ilk oturum başlamadan salonu bulabildim. ilk oturumda iki konuşmacı vardı. ilkinin konusu "demokrasiye rağmen kalkınma." herhalde en beğendiğim sunum bu oldu. anlattıkları şeyler tamamen bilgi ve ilgi alanım dışıydı bu yüzden dikkatimi vermek için baya zorladım kendimi. ama konuşmanın akıcılığı bana bu konuda çokça yardımcı oldu diyebilirim.
konuşmacımız önce liberalliğin ne olduğunu kavramsal olarak tanımladıktan sonra demokrasi nedir, kalkınma nedir, bunlar nelere bağlıdır; en demokratik ülkeler en çok kalkınan ülkeler midir yoksa kalkınmayı etkileyen başkaca faktörler de var mıdır bunları örnekleyerek epey güzel açıkladı. öncelikle en demokratik ülkeler en kalkınmış ülkeler demek değilmiş. genellemeler çoğu zaman bizi yanlış yola sokar, benim düşünceme göre. ve konuşmada da bunu doğrulayan pek çok ülke örneğine yer verildi.
salondakilerin çoğunun ekonomist veya iktisatçı olmasından mütevellit, onlara yönelik de bir şeyler söyledi. mezun olduktan sonra bir bankaya ya da bir iletişim firmasına pazarlama müdürü olarak girmenin kolay yolu seçmek olduğunu, bizlerin daha başka şeylere kafa yormamız gerektiğini ve değişime kendimizden başlayarak etrafımızdakileri etkilememizi ve neticede muhakak bir şeyler üretmemiz gerektiğini filan anlattı. ülkelerin kalkınmasından önce bireyin kendi kişisel kalkınmasını gerçekleştirmesi lazım, ancak böylelikle etrafındakileri de değiştirebilir, dedi.
bir örnek verdi: amerika'da bir eyaletin belediye başkanı göreve geldiğinde amerika'da mevcut bir obezite sorunu olduğunu tespit ediyor ve bunu bir şekilde çözmek gerektiğini düşünüyor. bu sebeple o eyaletteki avm'lerde belli bir boydan büyük kola satışını yasaklıyor ve çalışmaları bir kaç yıl içinde olumlu sonuç veriyor. yani o adam belki tüm amerikanın obezite sorununu çözemez ama kendi sorumluluğunda olan eyaletteki soruna bir şeyler yapabilir. bu örnek çok hoşuma gitti.
geçenlerde derste hocalarımızdan birisi de mevcut hukuk problemleriyle ilgili belki şu anda toplumsal boyutta bir şey yapılamaz ama ben bireysel çalışmalarla bu işin çözüme kavuşabileceğini düşünüyorum tarzında bir cümle kurmuştu. yani herhangi bir yerde herhangi bir olay/durum için eğer toplu olarak bir şey yapılamıyorsa bile mutlaka birey bazında yapılabilecek bir şeyler vardır.
sunumun bir yerinde konuşmacının kullandığı bir söz de beni çok etkiledi: "geçim her şeydir. aç kaldığınız gün hukukun üstünlüğünün hiçbir önemi yoktur." vurgulamaya çalıştığı şey, bazı meselelerde toplumda alt tabakayı oluşturan kesimi suçlamadan önce bazı şeyleri hatırlamak gerekiyor. tüm bu uğraşların ötesinde karnımızı doyurmak gibi daha asli bir görevimiz var mesela. ve biz bir şeylerle uğraşırken ya da bir şeyleri eleştirirken bunlara tepkisiz kalan birileri olursa onları topa tutmadan önce geçim durumunu göz önünde tutmamız gerekiyor.
konuşmacı bunları anlatırken aklıma lisedeki felsefe derslerinden bir cümle geldi. hocamız demişti ki: "felsefe karnınız doyduktan sonra başlar" yani insanlar yeme, içme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ancak varoluşu ya da diğer bir takım şeyleri sorgulamaya başlarlar. dikkat ederseniz felsefeyle uğraşan toplumlar da belli bir refah seviyesinin üzerindeki toplumlar olmuşlardır. velhasıl, aç kaldığınız gün hukukun üstünlüğünün bir önemi yoktur arkadaşlar. öncelikleri iyi belirlemek gerek.
ikinci konuşmacı genç bir doktora öğrencisiydi. kendi ve arkadaşlarının yaptığı bir projeden bahsetti. sunumu daha çok bunu tanıtmaya yönelikti. "doğruluk payı" diye bir şey kurmuşlar ve hareket noktaları da siyasilerin meclis konuşmalarında ya da halka hitaben yaptığı konuşmalarda sayı vererek konuştukları zamanlarda bu verilerin doğruluğunu kontrol etmek. mesela bir siyasi herhangi bir yerdeki bir konuşmasında "türkiye'deki işsizlik oranı son on yılda yüzde 7 azaldı" diye bir cümle kurdu, diyelim. bu arkadaşlar çeşitli veri tabanlarından bu rakamın doğruluğunu araştırıyorlar ve yanlış olması halinde sosyal medya aracılığıyla o kişiyi haberdar ediyorlar. amaç, halkın yanlış bilgilendirilmesinin önüne geçmek.
çünkü birisi bize rakamlarla konuştuğu zaman bu rakamların yanlış olma olasılığı her zaman mevcuttur ve doğruluğunu hiçbir zaman sorgulamayız. bu insanlar da kendilerinin ifade ettiğine göre "medyanın yapması gereken işi" kendilerine görev edinmişler ve iki buçuk yıldır bununla uğraşıyorlarmış. ilginç bir proje. daha önce hiç rastlamadım ve bunu öğrenene kadar da bir yerde bir siyasinin verileri kullanarak bir şeyler söylediğine denk gelsem bunun doğru olup olmadığını düşünmezdim bile. şimdi muhtemelen bu sunum aklıma gelecek ve en azından bir soru işareti oluşacak beynimde. adamların da yapmaya çalıştığı şey, bu konuda bir farkındalık yaratmaktan öte değil zaten.
bu arada bir ikram arası oldu. arada iki kişiyle tanıştım. şansıma biri stajyer avukatmış. reelde veya sanalda bir hukukçuyla karşılaşınca istemsizce çok mutlu oluyorum. meslek milliyetçiliği dedikleri bu olsa gerek.
aradan sonra da iki sunum vardı. ilkinin konusu, türkiyenin sürdürülebilir kalkınma yolu arayışları, diğerininkiyse 20. yüzyılda sosyalist kalınmanın sefaleti idi. bunlarda dikkatimi vermekte cidden çok zorlandım hatta son sunumun hepsini dinleyemedim. ama genel olarak benim için bu kongre, hukuktan bir nefes alış, farklı alanlarla ilgili farkındalık ve bilkenti görme vesilesiydi. iyiki de gitmişim.
benim şöyle bir felsefem var: eğer bir şeyi yaparsanız da pişman olacaksınız, yapmazsanız da pişman olacaksanız yapmayı tercih edin. çünkü yaparsam duyacağım pişmanlık en fazla: zaman kaybı, ders kaçırma, enerji sarfı gibi şeylere yönelik olacaktır. ama yapmadığım zaman "acaba nasıldı" sorusu devamlı beynimi kemirecek.
bir de bu kongre için söylemiyorum ama, hayatta bazı fırsatlar insanın eline bir kere geçiyor. bu yüzden, vize-final dönemlerim dahil, gitmek istediğim bir tiyatro oyunu, bir konferans-seminer olduğu vakit hiç ertelemedim, her zaman gittim. çünkü ders en fazla bütünlemeye ya da alta kalır ama bir şekilde verilir. ve siz hayatın hangi aşamasında olursanız olun sınavlar hep vardır. ama istediğimiz konudaki seminer, panel, ya da bilumum şeyler her zaman denk gelmeyebilir. bazen fırsatları iyi değerlendirmek gerekir.
esen kalın.
Comments
Post a Comment