İçtiği kahveyle aynı renkte gözleri olan kız, yemekleri
anneannemizin kesme tahtasında getirip bize marjinal olmak adına ufak bir
servet kilitleyen bir mekanda en yakın arkadaşıyla- 'mutlu hissediyor'du. Böyle
diyordu son zamanlarda lüzumsuzluğuna can-ı gönülden inandığım malum sosyal
paylaşım sitesi.
Peki ben nasıl hissediyorum diye duraksadım bir an. Gözleri
uykusuzluktan ve en çok da umutsuzluktan çökmüş olan kız, üzerinde kirli kahve
fincanları olan bir masada, şu saatler bitmesi lazım gelen notun daha yarısına
bile gelememiş bir vaziyette- mutsuz hissediyor. Ha sadece öyle hissetmekle
kalsa iyi... Arada fosforlu kalemi elinden bırakıyor. Duvara, masaya veya halıya
dalıp kendi kendine fikri sancılar çekiyor.
Kural bir, eğer sınav haftasında
iseniz gerçeklerden uzaklaştığınız her dakika, hanenize eksi puan olarak
yansıyacaktır. Kural iki, aylarca oturdun oturdun da varoluş sancısı çekmek
için sınav haftası gece yarısını mı buldun allasen? Elindeki notu okumaya bak.
Veya kapat kitabı defteri uyu. Sabah erken kalkar çalışırsın.
O da işin diğer bir boyutu zaten. Eskiden
telefon titrediğinde gözleri hemencecik açılıveren ben, şimdilerde altı tane
alarm kuruyorum da ruhum duymuyor. Ha bir de lafı açılmışken, eskiden diye
başlayan cümle çok kurar oldum şu sıra. Yaşlandım mı acaba? Mütemadiyen kahve
içen kız, çirkin notların ve artık renklerinin sempatik gelmediği fosforlu
kalemlerin olduğu bir odada- yaşlı hissediyor. Belki de böyle demeliyim,
bilemiyorum. Bazen yaşımı, yaşadığım şeylere oranla çok fazla bulurum. Yani
benim yaşımdan küçük olup benden fazla şey bilen bir yığın insan var. İşte
hüzünlenmem için bir neden daha... Çoğu zaman aramaya dahi gerek kalmıyor
böyle sebepleri. Fırsatını bulunca arka arkaya dizilmiş ve sadece küçük bir
dokunuşu bekleyen domino taşları gibi dökülüveriyorlar beynimin en işlek caddesine.
Ha bir de ara ara gelen “ne yapıyoruz biz” hissi olduğunu söylememe gerek
yok sanırım. Sınav haftasına giriyoruz. Ağzımızdan çıkan üç kelimeden beş
tanesi dersle alakalı hale geliyor. Bir dakika dur yahu, neler oluyor? Sen araç olan
şeyi amaç haline getirmişsin ya... Dünya seni avuçlarının içine almış, bir ay
sonra önemsiz bir teferruat haline gelecek şeyleri hayat memat meselesi diye
yutturuyor sana. Tabii mutsuz olursun. Seni bilmem ama sevgili okuyucu, bu
boşuna yaşıyormuş hissi çok sık hücum eder benim beynime. Bedenimin bu evrende
boşa yer işgal ettiğini, var olan gayeden epeyce saptığımı ve önüne bir havuç
asılmış fakat hiçbir zaman o havuca ulaşamayan bir merkep misali
kilometrelerce yol gittiğimi düşünürüm.
Tabii her zaman da böyle hissetmiyoruz.
Hınca hınç dolu kafelerde, herkesin varoluşunu sergilemeye çalıştığı
mekanlarda yahut insanların en çok kendini anlatma yarışına giriştiği
ortamlarda aklınıza böyle nadide düşünceler gelmez. Yalnız kaldığınızda gelir
ancak. Ve siz de gecenin bir vakti ders çalışıyor olmanız veya daha iyi
ihtimalle uyuyor olmanız gereken saatlerde, yaptığınız şeyin mantıksal boyutunu
çok da sorgulamadan böyle bir a4 dolusu yazı karalarsınız.
Bu yazıyı neden
yazdım? Cevabı bende yok. Adına ister ders çalışmamak için bahane deyin,
isterseniz de zihnimde ve kalbimde günlerdir kartopunun giderek büyümesi
şeklinde dev gibi bir hal alan kitlenin çığ olup düşmesi deyin, size kalmış.
Söyleyebileceğim tek şey, eskiden özlemini duyduğum ve nezdimde çok kıymetli
olan, ama artık bardak bardak içtiğimden ötürü benim için "tiksinmeye çeyrek kala"
bir şey haline gelmiş kahve kokusuyla dolu bir odadan bildiriyorum; "sekiz
yaşındaysanız ve aşıksanız hayat çok güzel" cümlesi bir yalandan ibaret. Hayat
gayenizi yakalamışsanız ve mutlu ya da mutsuz olmaktan bağımsız, genel
itibariyle huzurluysanız, okuduğunuz bölüme ve yaşınıza bağlı olmaksızın, hayat
fena değil. En azından yaşamayı denemeye değer bir şey.
Comments
Post a Comment