Garsona doğru eliyle “bir kahve daha getirir misiniz” diye
işaret yaptı. Gittiği her yere en az yarım saat erken gittiği için böyle hep
beklemek zorunda kalıyordu. Fazla dakik oluşu yüzünden arkadaşları gelmeden en
az iki fincan kahve içmiş oluyordu her defasında. Garson kahve fincanını masaya
bırakırken yanında yiyecek bir şey isteyip istemediğini sordu. Kafasını iki
yana salladı ve garson masadan ayrılırken o derinlere daldı.
Son yıllarda yaşadıklarını düşündü. Eskiden
hayat dolu ve çok mutlu bir insanken şu son birkaç yıl niçin yaşadığını düşünüp
durur olmuştu. Hayatı artık ona o kadar manasız geliyordu ki! İnsanlar çok
bencildi. Onlardan bıkmıştı. Yaşanılan her şey anlamını kaybetmiş gibiydi. Eskiden
zevk alarak yaptığı pek çok şey şimdi sadece tamamlanması zorunlu birer ritüele
dönüşmüştü. Arkadaşlarını eskisi gibi arayıp sormaz olmuştu. O aramayınca
arkadaşları da onu aramamaya başlamışlardı. Hal böyle olunca içine düştüğü
depresif hale daha sıkı sarılıyor ve oradan çıkması iyice güç hale geliyordu.
Onu anladığını düşündüğü ve hala irtibatta olduğu tek arkadaşı, şu anda bu
gürültülü kafede önünde bir kahve fincanıyla beklediği kişiydi.
Lise yıllarından bu yana hep görüşmüşlerdi.
Çok yakın bir dostlukları olmasa da başı ne zaman sıkışsa, kapısını çalıp akıl
danışabileceği biri olmuştu onun için. O da sağ olsun yine kırmamıştı
kendisini. Çok yoğun bir iş temposunda olmasına rağmen öğle arasından
fedakârlık edip görüşmeyi kabul etmişti. Hoş, o gelince de ne anlatacağını
bilmiyordu. Sanki her görüştüklerinde kendisini tekrarlıyormuş gibi
hissediyordu. Belki de bir psikoloğa gitmeliydi. Sorununun ne olduğunu
bilmediği gibi onu ifade ederken de böylesine güçlük yaşamasına psikologdan
başkası yardımcı olamazdı.
“Beklettim galiba, özür dilerim. Trafik çok sıkışıktı.” Öylesine dalmıştı ki arkadaşının geldiğini
fark etmemişti bile. Sesini duyunca irkildi. “Yok, ben de yeni geldim sayılır”
dedi ve gülümseyerek yalanının üstünü örttü. Garson tekrar belirdi masada.
Arkadaşı da bir çay istedi. Hal-hatır sorma faslından sonra direkt lafa girdi
arkadaşı. “Yine çok yoğundu bugün. Öğleden sonraya da daha bir sürü iş var. Sen
aramasaydın ofisten dışarı adımımı atmazdım. ”
Kendisini teşekkür
etmek zorunda hissetti. Minnet altında bırakılmaktan hayatı boyunca nefret
etmişti. Arkadaşı uluslararası alanda çok ünlü bir şirkette çalışan bir
avukattı. Çok önemli bir konumdaydı. Ve her zaman çok meşguldü. Şirkette pek
çok avukat olmasına rağmen, bilgisi ve tecrübesi hasebiyle her zaman ona
danışmaya ihtiyaç duyuyorlardı. Bu yüzden, değil bir günü; yarım saati bile çok
kıymetliydi. Kendisini arkadaşının zamanını çalan bir hırsız gibi hissetti.
Beraber vakit geçirebilecekleri yarım saatleri vardı ve o daha ne söyleyeceğini
bile kafasında toparlayamamıştı.
Biraz politikadan laf
açmayı denedi. Beceremedi. Zaten genellikle herkesin üstüne saatlerce
konuşabildiği konularda, o ağzını açıp tek kelime edemezdi. İşte yine aynısını
yapıyordu. Kendisine, kendisini işe yaramaz hissettiriyordu. Her defasında
nasıl oluyor da kendisini bu psikolojiye sokuyor, hayret ediyordu.
Garson çayı getirdi.
Arkadaşı çayına iki şeker atıp gürültülü bir şekilde konuşmaya başladı. Yoksa
kendisinden mi sıkılmıştı, onun için mi kasıtlı olarak ses çıkarıyordu? Belki
de sadece öylesine yapıyordu. Yani çıkan sesin farkında bile değildi.
“Ee senin hayatın
nasıl gidiyor?” diye sordu arkadaşı. Biraz rahatlamıştı. Kendisi direkt bir
şeyler anlatmaktansa sorulan sorulara karşılık vermeyi her zaman yeğlerdi. Tam
ağzını açacak oldu. “Affedersin” dedi ve
telefonunu açtı arkadaşı. Karşıdaki kişi hararetle bir şeyler anlatıyordu.
Arkadaşı da
heyecanlandığına göre demek ki anlattığı şeyler önemliydi. “Tamam, hemen
geliyorum” dedi telefonu kapatırken. “Almanlarla bir iş üzerindeydik. Aslında
bugün öğleden sonra saat ikide gelmelerini bekliyorduk ama şimdi gelmişler ve
davanın ayrıntılarını konuşmak için beni bekliyorlarmış. Sen bana ne
anlatacaktın?”
“Hiç!” O hiçin içine bir dünya sığabilirdi. Ama yarım saatte
toparlayamadığı konuyu bir dakikaya da sığdıramazdı ya! “Sen git, bekletme
adamları. Sonra konuşuruz” dedi. “Tamam, kusura bakma olur mu? Seni ararım
sonra.”
Çıkmak için dilini zorlayan tonlarca kelimeye bir set
çekerek “hoşça kal” dedi sadece. İşte yine yalnızdı. Ama alışmıştı yalnızlığa.
Çok da önemli değildi. “İyi ki konuşmaya hiç başlamamışım” diye geçirdi
içinden. Gülümsedi. “Zaten yarım kalacakmış.” Bir kahve daha alsam mı diye
düşündü son yudumu alırken. Kahvesi soğumuştu, midesi bulandı. Bir günde o
kadar çok kahve içiyordu ki, bazen damarlarında kan yerine kafein dolaştığını
hissediyordu. “Ölümüm kahveden olacak” dedi içinden. “Tabi, kafamın içindekiler
kahveden önce davranıp beni öldürmezlerse”
Hesabı ödeyip kafeden
ayrıldı. İçerideki gürültülü ortamdan kurtulduğuna sevinmişti. Tabi, kafasının
içi, kafeden daha gürültülüydü; onu unutmuştu. Bir taksi çevirmek için elini
kaldırdı, sonra vazgeçti. Yürürse belki kafası dağılırdı. Hem eve ne kadar geç
varırsa o kadar iyiydi. Artık ev de boğuyordu onu. Yerdeki taşları tekmeleyerek
yürümeye koyuldu.
“Abi bir ekmek parası versene!” Arkasına döndü, küçük bir
çocuk. Etrafta bunlardan ne de çok vardı. Hiç de sevmezdi böyle dilenen
insanları. Yürümeye devam etti. “Abi n’olur çok açım.” Elini cebine attı.
Taksiyi vereceği parayı hiç düşünmeden çocuğa uzattı. Eline bir anda bu kadar
çok para geçen çocuk sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Adamın peşine takıldı.
Arkasından gelen bu yarım metrelik gölgeyi fark ettiğinde epey yol almıştı. Eve
gitmekten vazgeçti. Deniz kenarına yöneldi. Tenha bir köşeye geçti. Belki de
atlayıp bütün acılarına son vermeliydi. Deniz bugün biraz hırçındı. Kendi de
yüzme bilmiyordu zaten. Birileri beni
bulana kadar çoktan ölmüş olurum, diye geçirdi aklından.
“Abi n’apacaksın
burada? ” Bir an arkasındaki çocuğu unutmuştu. Nereden de çıkmıştı bu velet?
“Başıma bela olmasa bari” diye düşündü.
“Yoksa atlayacak mısın?” En iyisi hiç cevap vermemekti.
Nasılsa sıkılıp giderdi. Çocuk değil miydi? Son kez zihnini toplayıp hayatını
gözden geçirmeye karar verdi. Sonra huzur içinde ölebilirdi. Bir daha da
düşünmek zorunda kalmazdı. Ama bunu son kez de olsa yapmalıydı, kendisine
borçluydu. Zihnindekilerle vedalaşmak olarak nitelendirdi bunu. Gözlerini
kapadı. Onu kimlerin özleyebileceğini düşünmeye çalıştı.
“Burada kendini
öldürüp beni hayatımın geri kalanında berbat bir psikolojiyle mi bırakacaksın?
Senin intihar etmeni izledikten sonra ne halde olacağım hiç düşündün mü? ”
Al işte, yine bencil bir insan. Benim ölümümden çok kendi
psikolojisini düşünüyor. Bencil insanlar her yerdeler… Son cümleyi sesli
söylemiş olmalıydı ki çocuk “ben bencil değilim!” diye bağırdı. Gülümsedi.
“Evet bencilsin. Bu dünyadaki herkes gibi sen de bencilsin. Burada ölmek
üzereyim ama sen kalkmış hala kendini düşünüyorsun”
“Sen ölünce artık düşünemeyeceğin için sana bir şey
olmayacak. Ama ben sekiz yaşımda bir intihar göreceğim. Bunun yüzünden belki de
hayatımda hiçbir zaman normale dönemeyeceğim. Bu durumda nasıl kendimi bırakıp
da seni düşüneyim?”
Hem bencil hem de çokbilmiş, diye düşündü. “Sana para da
verdim. Artık beni rahat bıraksana!”
“Olmaz, gidemem. İki yıldır dilencilik yapıyorum. İki yıldır
herkes sadece ya bozuk para veriyor ya da hiçbir şey vermeyip alay ediyor. Eğer
bir gün biri kâğıt para verirse onunla gideceğim, diye söz vermiştim kendime. O
yüzden gidemem. Seninle gelmem lazım. Ama sen de kendini öldürmek üzeresin.
Şimdi ben n’apacağım? ”
“Bu kadar derdimin ortasında bir de seninle mi uğraşacağım.
Git başımdan çocuk! ”
“Benim sadece bozuk param var. Ama yine de bir derdim yok.
Senin kağıt paran bile var! Hatta bir sürü olmalı ki bana bile verdin. Senin
nasıl bu kadar çok derdin olabiliyor?”
Hayattaki sorunların
kağıt parayla ters orantılı olduğunu düşünen bu çocuğa acıyarak baktı. Kızsan
kızamazdın çünkü daha çok küçüktü. Bir şeyden anladığı da yoktu. Kovsan da
gitmiyordu. Yapışmıştı mübarek. Ama çocukla konuşmak iyi gelmişti. Denize döndü
tekrar. Rüzgar geçmiş, deniz durulmuştu. Zaten artık atlamak da istemiyordu.
Hem kağıt parası da vardı. Niye ölsündü ki? Sesine sinirli bir hava vermeye
çalıştı ama beceremedi. “Düş önüme” dedi çocuğa. Çocuk gülümsedi, adamın
arkasından gelmeye başladı. Bencil ve kendini beğenmişti ama aptaldı da. Daha
düş önüme lafının ne anlama geldiğini bile bilmiyordu. Yine de gülümsüyordu.
İçinde yıllardır hissetmediği bir his belirdi. Kalbini ısıtan, içinde yeniden
yaşama sevinci uyandıran bir şey. “Sevgi mi ki bu?” diye mırıldandı. Arkasına
döndü. Biraz önce bencil diye suçladığı yarım metrelik gölge hoplaya zıplaya
peşinden geliyordu. Çocuğun ayağındaki, ayakkabıyla uzaktan yakından alakası
olmayan şeylere baktı. Buna rağmen nasıl da mutluydu! Kendi ayağındaki, daha
yakın bir zamanda küçük bir servet ödediği spor ayakkabılarına baktı. Çocuğun
sahip olduğu mutluluğun çeyreğine bile sahip olamadığına şaşırdı. Bu kadar çok
şeye sahip olduğu halde, bu kadar mutsuz olduğu için asıl bencil aslında
kendisiydi.
Sevgisini çok da
belli etmemeye çalışarak küçük çocuğun elini tuttu. Çocuğun, heyecanla karışık
mutlulukla atan kalbinin sesini iliklerinde hissetti. Ömrümde şu çocuk kadar
mutlu olamadım, diye iç geçirdi. Belki de artık nedensiz yere üzülmeyi bir
kenara bırakıp mutlu olmanın zamanı gelmişti. Hem cebinde “kağıt parası” da
vardı. Daha ne olsundu!
Tebessümü bol bir yazı :-)
ReplyDeleteHikayenin oncesini ve sonrasini merak eden tek ben olamam herhalde devamini bekleriz
ReplyDelete