İnsanlar vardır. Hayatınıza girerler. Alt üst ederler
hayatınızı. Çıktıkları için çok sevinirsiniz hayatınızdan. Bazı insanlar da
vardır ki, hayatınıza iyi ki girmişlerdir. Öylesine iyi dost olmuşlardır ki
size, onsuz bir anınızı bile hayal edemezsiniz.
Onun hayatınızdan çıktığını hayal etmek, hayal ufkunuzun sınırlarını zorlamak demektir. Bir süre sonra öyle alışırsınız ki birbirinize, onun hayatınızdan çıkması, kırk yıllık alışkanlığınızın değişmesinden daha güç gelir.
Onun hayatınızdan çıktığını hayal etmek, hayal ufkunuzun sınırlarını zorlamak demektir. Bir süre sonra öyle alışırsınız ki birbirinize, onun hayatınızdan çıkması, kırk yıllık alışkanlığınızın değişmesinden daha güç gelir.
İnsanlar vardır. Size
yakınken bile uzak hissettiğiniz, size uzak olmasına rağmen yanı başınızda
hissettiğiniz. ‘’Kimi zaman yakınımdaki uzağım, uzağımdaki yakınımdır hayatta.’’
diyor Mustafa Ulusoy. Peki, bu mudur
hayat? Her gidene böylesine hüzünlenmek midir yaşamak? Sürekli sevdalar-vedalar
arasında kalmaya gerek var mıdır?
Sahiplik duygusu
sarmış dört bir yanımızı. Kendimize sahibiz, ailemize sahibiz, eşyalarımıza
sahibiz, dostlarımıza sahibiz. Her şeye sahibiz ve bir tanesini bile kaybetmeye
tahammülümüz yok. Sahip olmaya öylesine odaklanmışız ki, kayıplar yıkıyor,
yaralıyor benliğimizi. Sahipken öylesine mutluyuz ki, ayrılık acı veriyor
nefsimize. Ayrılık deyince büyük ayrılıklar gelmesin hemen aklınıza. Küçük
ayrılıklar bile ne kadar üzüyor ki bizi, büyük ayrılıkları varın siz hayal
edin.
"Bu kaçıncı kaybetme korkun, her an kaybederken dünyayı. Kalbin
ayrılıklarla doluyken, hayatın kendisi baştan sona ayrılıkken, hala içinde bir
ayrılık korkusu…’’ (Mustafa Ulusoy)
Her ayrılık, temelinde bir bağlanma barındırdığı için bizi bu denli üzer. Ayrılıklara hiç üzülmeyeceğiz aslında; nesnelere, insanlara, kendimize bu kadar bağlanmasak. Bağlanmaktır bizi esas yoran. İnsan ne diye bir gün bitecek şeylere bağlanır ki? Her şey bir gün bitecekse eğer, her şeyin bir sonu varsa, ne diye sahiplenmeye çalışırız onları? Hâlbuki insan, tek başına da varlığını sürdürebilen bir varlık. Bu gerçeği unuttuğumuz gün, üzülmeye başlıyoruz; çünkü zaten her an bir şeyleri kaybediyoruz.
Her ayrılık, temelinde bir bağlanma barındırdığı için bizi bu denli üzer. Ayrılıklara hiç üzülmeyeceğiz aslında; nesnelere, insanlara, kendimize bu kadar bağlanmasak. Bağlanmaktır bizi esas yoran. İnsan ne diye bir gün bitecek şeylere bağlanır ki? Her şey bir gün bitecekse eğer, her şeyin bir sonu varsa, ne diye sahiplenmeye çalışırız onları? Hâlbuki insan, tek başına da varlığını sürdürebilen bir varlık. Bu gerçeği unuttuğumuz gün, üzülmeye başlıyoruz; çünkü zaten her an bir şeyleri kaybediyoruz.
İnsan hayatı bir
tiyatro gibi… Hayatımıza giren ve çıkan insanlar, o sahnede rolü bulunan
insanlardan ibaret. Hiçbirisi son sahneye kadar yanımızda olamaz. Bunun imkânı
yok ne yazık ki. Oyun bitip de perde kapandığında, tek başımıza selam veriyor
olacağız o büyük sahnede. Bu yüzden, sevdalar-vedalar arasında sıkışıp kalmamak
adına, kimseye hatta kendi bedeninde bile bağlanmamalı. Her bağlanma, bir
ayrılığa gebe çünkü.
Comments
Post a Comment