Sekiz aydır bloguna tek bir karalama dahi yapmayan biri olarak,
artık kendimi blogger olarak nitelendiremesem de, 2019'un sonuna yaklaştığımız
şu günlerde, yaklaşık bir senedir zihnimde yazılmayı bekleyen bu yazıyı
yazamadan 2020'ye girersem, kendimi suçlu hissedecektim. Uzun bir aradan sonra hola!
Bugün Almanca kursunda ders arasında, karşıdaki, bana göre Ankara'nın en iyi simitçisinden aldığım simitten birkaç lokma aldıktan sonra, aç
olmama rağmen devam edemedim. Neticede simit dediğimiz şey, susamlı, kuru bir hamur
bütününden başkaca bir şey değil. Sonra aklıma bu susamlı, kuru hamur bütünü
için aylar boyu nasıl hayal kurduğum geldi. Evet, konumuz İngiltere'deki uzun
ama kısa, mükemmel ama bir o kadar sancılı bir yılım.
Bu yazıyı orada yaşadığım süre boyunca ya da Türkiye'ye ilk
ayak bastığımda yazamamış olmamın sebebi, meselelere hiçbir zaman bu kadar
berrak bir görüş ile bakamamış olmamdı. Mezuniyet geçti, “recovery” dediğimiz
süreç geçti, kendime ana vatanda yeni bir hobi buldum ve hatta o hobiden
sıkılacak kadar da çok yaşadım. Şu noktadan geriye dönüp baktığımda her şeyi o
kadar farklı görüyorum ki.
İngiltere, her anı muhteşem anılarla geçen bir yaz düşü değildi.
Her daim karabasanların olduğu kötü kurgulanmış bir rüya da değildi.
İngiltere'nin sorunu, beni hep bu ikisi arasında bırakıp kendisiyle love-hate
ilişkisi yaşamama sebep olmasıydı. Şu an geri dönmek için gün sayıyorum, orası
ayrı. Ama yaşarken güzel anılar olduğu kadar, hatta belki onlardan daha fazla,
zor, yalnız ve kasvetli günlerim oldu.
En büyük şansım, belki de dünyadaki en güzel yüreklere sahip
insanlarla bir arada yaşamak oldu. Hayatımda hiç yapmadığım kadar yemek yaptım
ve misafir ağırladım, sürekli yapa yapa menemenden bıktım, gecenin üçünde poğaça pişirerek kat
arkadaşlarımın şaşkın bakışlarına maruz kaldım, ülkemi özledikçe bunu
tekrarladım. Daha İngilizce iki kelimeyi bir araya getiremezken, bir yandan
ağladım, bir yandan da derdimi anlattım. Sanırım en çok dokunanlardan biri, ilk
aylardaki İngilizce dertleşmelerimdi. Çünkü yalnızlık, bir başınalık ve gurbet
insanı buna mecbur bırakıyordu. Tabii ki arkadaşlarım, ne zaman arasam
telefonun ucundaydı. Ama daha önce ettiğim büyük lafların aksine,mesafeler
aslında bazı şeylere engeldi ve anlaşılmak da bunlardan biriydi. Damdan düşenin
halini yine damdan düşen anlıyordu.
Derdimi İngilizce zor ifade etmekten, gece yarılarına kadar İngilizce politika, sosyoloji ve psikoloji konuştuğumuz günlere nasıl geldim, hiçbir fikrim yok. Ama arada çok fazla gözyaşı aktı. Ben zaten hep depresyondaydım. Önce gurbette yalnızlık zor dedim. Sonra "ben gurbette değilim, gurbet benim içimde" dedim. Ama bir türlü bu içimdeki yalnızlık hissini atamadım. Etrafım insanlarla çevrili olduğu halde yalnız hissediyordum çünkü bir noktadan sonra içime yolculuk başlamıştı ve insan bir kere içine dönünce, bir daha dış dünyaya dahil olamıyordu.
Derdimi İngilizce zor ifade etmekten, gece yarılarına kadar İngilizce politika, sosyoloji ve psikoloji konuştuğumuz günlere nasıl geldim, hiçbir fikrim yok. Ama arada çok fazla gözyaşı aktı. Ben zaten hep depresyondaydım. Önce gurbette yalnızlık zor dedim. Sonra "ben gurbette değilim, gurbet benim içimde" dedim. Ama bir türlü bu içimdeki yalnızlık hissini atamadım. Etrafım insanlarla çevrili olduğu halde yalnız hissediyordum çünkü bir noktadan sonra içime yolculuk başlamıştı ve insan bir kere içine dönünce, bir daha dış dünyaya dahil olamıyordu.
Çok şehir gezdim. Yanı başımdaki Cardiff'e iki kere üst üste
gitmezken, beş saatlik Londra'ya belki on sefer gittim. Yeri geldi, izlediğim
filmlerin çekildiği yerlerden geçtim, yeri geldi Londra'nın
göbeğinde evsiz kaldım ve kütüphanede yattım. Kütüphaneler bu yüzden benim
ikinci evim. Sınav zamanları sabaha kadar kütüphanede ders çalışıp sabah
midemde hafif bir bulantıyla seher serinliğinde okulun kafeteryasından İngiliz
kahvaltısı ve çayı alıp not okuduğum günleri hayatta unutmam mesela. Ya da otomattan aldığım günün onuncu kahvesiyle gece yarısı
kütüphanenin karşısındaki yangın merdivenlerine çıkıp, ellerimi kahvenin
sıcaklığıyla ısıtmaya çalışıp, ben burada ne yapıyorum Allahım, diye ağladığım
günleri.
İnsanları en iyi İngiltere'de tanıdım: Türkleri de,
yabancıları da. Koşulsuz sevmeye, içten pazarlık olmaksızın arkadaşlık etmeye ve
ailemin olmadığı yerde bana aile olmalarına şahit oldum. Aynı dili konuşmasak,
aynı tanrıya inanmasak bile insanlarla aslında benzer hayatlar yaşayıp, aynı
sıkıntılara göğüs gerdiğimizi, benzer hayalleri kurup, aynı gelecek kaygısıyla
yüzleştiğimizi gördüm.
İngiltere'ye dair özlediğim o kadar çok şey var ki... Türkiye'den her geldiğimde yapılan hoş geldin kahvesi, gece yarısı yemeleri, akşam yemeği sonrası sohbetleri, hepimizin en az 24, 25 yaşlarında olmamıza aldırış etmeksizin fütursuzca yaptığımız saçmalıkları, çektiğimiz fotoğrafları, döktüğüm her gözyaşına karşın “it is gonna be okay” tesellisi bulmayı, Türk restoranına gittiğimizde yabancı arkadaşlarımın kebap yerken verdikleri olağanüstü tepkileri izlemeyi, farklı mutfaklardan denediğim hemen hemen hiçbir şeyin damak tadıma uygun olmamasına karşılık, arkadaşlarımın Türkleri memnun etmenin çok zor olduğuna dair söylemlerini, yılbaşında gece 12'de kapıma konan hediyeleri, ve ne zaman ihtiyacım olursa, arkadaşlarımdan alabileceğim hayat derslerini...
İngiltere'ye dair özlediğim o kadar çok şey var ki... Türkiye'den her geldiğimde yapılan hoş geldin kahvesi, gece yarısı yemeleri, akşam yemeği sonrası sohbetleri, hepimizin en az 24, 25 yaşlarında olmamıza aldırış etmeksizin fütursuzca yaptığımız saçmalıkları, çektiğimiz fotoğrafları, döktüğüm her gözyaşına karşın “it is gonna be okay” tesellisi bulmayı, Türk restoranına gittiğimizde yabancı arkadaşlarımın kebap yerken verdikleri olağanüstü tepkileri izlemeyi, farklı mutfaklardan denediğim hemen hemen hiçbir şeyin damak tadıma uygun olmamasına karşılık, arkadaşlarımın Türkleri memnun etmenin çok zor olduğuna dair söylemlerini, yılbaşında gece 12'de kapıma konan hediyeleri, ve ne zaman ihtiyacım olursa, arkadaşlarımdan alabileceğim hayat derslerini...
Şu bir yılda yapmam dediğim ne varsa yaptım. Türkiye'de olsa
koşulsuz reddeceğim şeyleri saygı çerçevesinde tartışmayı ve haklı noktalar
çıkarmayı öğrendim. 4 yıl okuduğum okula ve avukat ruhsatıma aldırış etmeden
çalıştığım basit işlerde ekmek parasının aslında ne kadar zor kazanılan bir şey
olduğunu ve emeğin ne kadar kıymetli olduğunu anladım. Ailemle ilgili en güzel
haberleri de en kötü haberleri de 3789 km ötede karşılayıp elimde hiçbir şey
gelmediğinde ailenin bu dünyadaki en önemli şey olduğunu öğrendim. Ve en
önemlisi, hangi geçmişe ve hangi özelliklere sahip olursa olsun, herkesin belli
sıkıntılar yaşadığını, herkesin bir hayat mücadelesi verdiğini, bunu da ancak onlarla dost olduğunda anlayabileceğini öğrendim.
İngiltere bana bir master diploması vermekten çok öte şeyler
verdi. Okurken ve yaşarken ne kadar zorlanmış olsam da, en güzel anılarım
orada. 2019 biterken, klasik bir değerlendirmeden öte, İngiltere'nin benim için,
instagramda göremeyeceğiniz anlamından bahsetmek istedim. Bu ülkenin ruhu yok dediğim yere, kutsal
topraklara dönmek ve bu defa daha güzel anılara yelken açmak için sabırsızlanıyorum.
Herkese iyi yıllar dilerim!
* Bu yazıyı yazarken arka fonda hep Nesimi'nin "bende sığar iki cihan" isimli şiirini yorumlayan Sami Yusuf çaldı, başlık oradan alınmadır.

Comments
Post a Comment