Başlık olarak günlük hayatta en çok kullandıklarımdan olan ama asla telaffuz edemediğim bir kelime seçtim ki havalı dursun. Konuşurken söylediğim gibi “delay” yazsaydım aynı etkiyi vermezdi çünkü. Hem ilham aldığım videonun* da ismini değiştirmiş olurdum. O ne ola ki? Erteleme hastalığı!
Erteleme hastalığı muhtemelen yıllardır birlikte yaşadığım ve artık alışkanlık haline getirmiş olduğum
ama her ne hikmetse yurt dışında yüksek lisans yaptığım son 6 ayda tavan yapan
bir durum. Bir şeyleri ertelemekten kendimi alamıyorum. Sadece ertelemekle
kalsam yine iyi. Bir şeyleri son güne bırakmaktan kendimi alamıyorum. “Çok şükür
ki 'deadline' diye bir şey var, ya o da olmasa?” diye düşünürdüm hep ve "ben
son gece çalışıp başaranlardanım zaten", diyerek kendimi avuturdum. Ancak biraz
önce, bir arkadaşımın** tavsiyesi üzerine izlediğim Ted Talks videosunda aslında
her şeyin bir deadline’ı olmadığının farkına vardım ve uzandığım yerden
doğrulup bilgisayarın açma tuşuna bastım. Şu anki farkındalığım uzun
sürmeyebilirdi zira. Bunu bir yere yazmalıydım ve blogum da bunun için yegane doğru adresti.
Erteleme hastalığım neleri içine alıyor diye şöyle bir
düşündüğümde ortaya çıkan tablo pek de iç açıcı değil. Halihazırda deadline’ı bir ay sonra
olan bir ödevim mevcut ve esasen zorla da olsa ne yazacağım konusunda bir
taslak çıkarmış durumdayım. Ancak şimdiye kadar word'u açıp da tek kelime
yazabilmiş değilim. Bu, ödevi yapamama, çalışıp çalışıp anlamama veya çözümü
bulamama sorunu filan değil bakın: tertemiz bir erteleme alışkanlığı. Hatta her
gün bu görece kolay ödeve başlamamak için kendine başka başka uğraşlar bulma
yolculuğu...
Mesela bu motivasyonla bir hafta önce Almanca öğrenmeye başladım. Kendisi
kısmen hevesim olmakla birlikte daha çok, yıllar sonra akademik çalışmalarımda
işe yarayacağını düşündüğüm güzide bir lisan. Ah çabucak öğrensem ne de güzel olurdu tabii ama şimdi ne
yeri, ne de zamanı. Aynı şekilde, daha iki gün evvel yaklaşık bir saat zaman geçirdiğim
kitapçıda almaktan son anda vazgeçtiğim İspanyolca öğrenme kılavuzu: lisede İspanyolca dersinde öğretilen
“para bailar la bamba” şarkısının bıraktığı güzel hatıralarla her fırsatta öğrenmek
istediğimi dile getirdiğim, bunun için fırsatlar kovaladığım ama nedense hep
bir ödev arifesinde hortlayan bir başka uğraşım.
Tabii keşke her şey erteleme alışkanlığı sonucu ortaya çıkan
yeni dil öğrenme aşkı kadar saf ve temiz olsa! Bunu birden gelen resim yapma hevesiyle paleti ve boyaları kapıp göl yolunun tutulması, lise çağlarında
okunan popüler kültürün kurbanı ve edebi manadan yoksun kitapların filmlerinin bulunup tekrar tekrar izlenmesi, şehirdeki bilumum kültür- sanat
etkinliklerinin kovalanması, arkadaş buluşmaları ve daha nicesi izlemekte.
En kötüsü
ise bu erteleyişlerin kalbe verdiği büyük ızdırap ve sıkkınlıkla online
alışverişe sarma, devamında haftada bir bütün hava yolu şirketlerinden Türkiye'ye
uçak bileti bakma ve en nihayetinde kendine depresyon teşhisi koyup evden
çıkmama süreçleri izliyor. Şimdi yazarken ne kadar korkunç göründüğünün bilincine
vardım ama yaşarken normal bir durummuş gibi geliyor. Sonuç olarak varılan
nokta da, “gurbette yaşamak çok zor” oluyor.
Aslında cümleden gurbeti çıkarınca ortada bir yanlışlık yok
çünkü yaşamın zor olduğu konusunda insanların büyük kısmı hem fikir. Fakat problem şu
ki, ortada, bütün bu ertelemelerin, tıpkı bir kartopu tanesinin büyüyerek çığ
haline gelmesi gibi, artarak kişiyi bunalıma sokma durumu var. Ne yazık ki oraya bir kere
girildi mi normale dönmek pek de kolay değil.
Peki bütün bunları neden
yazıyorum? Yani teşhis her zaman belli fakat tedavi bulunamadıktan sonra bunu
konuşup konuşup yerimize oturmanın bir anlamı var mı? Yok. Ancak yazının
girişinde bahsettiğim video ile çözümü, en azından yaşamam gereken farkındalığı idrak etmiş bulunuyorum.
Ben hep son dakika yaptığım işlerde- son gece sabahlayarak
bitirdiğim ödevlerde daha başarılı olduğumu düşünürdüm. Ve bunun artık benim bir
parçam haline geldiğine inandığım için buna müdahale edip bu döngüyü kırmak çok da gerekli gelmiyordu. Son gece yaptığım ödevlerde başarılıyım evet, fakat bu
yalnızca son gece yapmak zorunda kaldığım için gelişen bir durum. Buna da aslında başarı değil,
mecburiyet ve çaresizlik arasında sıkışıp kalmaktan ötürü vücudun kan, ter ve
gözyaşıyla bütün kabiliyetini kullanarak ortaya çıkardığı şeyi sunma hali var. Buna başarı denemez. Olsa olsa, günü kurtarma denebilir. Günü kurtarmakta
iyiyim belki fakat hayatımı kaçırdığımı yenilerde öğrendim.
Biz sanıyoruz ki hayatımızda hep deadline'lar var. Okuldaysak
ödevin teslim tarihi, ofisteysek dilekçenin son günü... Evet bunlar bizim içi
belirleyici olabilir. Çünkü bunlar teknik olarak birer zaman sınırı. Peki ya görünmeyen
deadlinelar? Onlar da yapmakla yükümlü olduğumuz, ya da yapmayı istediğimiz-
arzuladığımız şeyler fakat gözle görünür bir zaman sınırlaması yok. Mesela o
hep hayatımıza dahil etmek istediğimiz alışkanlık ya da hep çalmayı istediğimiz
o müzik aleti, yahut yahut hep çıkmanın düşünü kurduğumuz o ülke turu- dünya turu,
yapmak istediğiniz ne varsa, tam olarak o. Onun bir zaman sınırı var mı? Teslim
tarihi? Son gün? Ben söyleyeyim. Yarın. İki hafta sonra. Sekiz ay sonra. Ya da
kırk beş yıl sonra. Adına da ecel diyoruz.
Saat her zaman işliyor çünkü. Yaşam saati,
bizim teslim etmemiz gereken bir ödev olduğunda durdurulup onu teslim ettikten
sonra yeniden işlemeye başlamıyor. Yaşam saati, doğduğumuz gün başladı ve
öldüğümüz gün son bulacak. İkisi arasında ne yaptıysak o. Yani biz yapmayı
istediğimiz bir şeyi ertelediğimizde, birincisi onu bir nevi sonsuzluğa
ertelemiş oluyoruz çünkü hayatımızda çoğu olayda deadline yok. İkincisi ise onu
gerçekleştirme olasılığını riske atmış oluyoruz çünkü ecel her an insanı bulabilir.
Bahsettiğim Ted konuşmasında da, videonun başından
itibaren erteleme alışkanlığı olan insanların, hangi güdülerle bir şeyleri
ertelediklerini oldukça güzel bir şekilde açıklıyor. Öyle ki, konuşmacının
esprili anlatımları arasında kendinizi sürekli “işte bu aynı ben” derken
buluyorsunuz. Temel olarak, iş teslimi, okul ödevi, proje çalışması gibi kısa
dönemli görevlerde, erteleme hastalığı olan insanların bir şekilde verilen
görevlerin sonunu getirebildikleri görülüyor. Çünkü deadline sayesinde beyindeki
“panik canavarı” ortaya çıkarak insana o görevi yapma becerisi ve
motivasyonu yüklüyor. Ancak, yeni bir kariyere başlamak, düzenli egzersiz
yapmak yahut ailemizi ziyaret etmek gibi olayların hiçbirisinde deadline yok. Dolayısıyla
erteleme alışkanlığına sahip insanlarda, normal şartlarda deadline ile harekete
geçen panik canavarı, bu gibi olaylarda ortaya çıkıp kişiyi harekete
geçiremiyor. Ve bu hedefler aslında teoride sonsuzluğa öteleniyor. Ancak hepimizin
bildiği üzere pratikte insan hayatında sonsuzluğa ötelemek diye bir şey yok. Bu da
konuşmacının videonun sonunda “hayat takvimi” diye adlandırdığı bir tabloyla zihinlerimize bir çivi gibi çakılıyor: her bir haftanın bir kutucukla sembolize edildiği 90 senelik bir ömür. Ve inanın bana, gözünüze o kadar da büyük görünmüyor. Hele
de, zamanın su gibi akıp gittiği şu günümüzde...
Biz aslında belirli bir zaman sınırlaması olmayan bir şeyi bir sonraki pazartesiye ertelediğimizde o kutucuklardan birine daha tik atılıyor. İlginç olansa en son tikin kaçıncı kutucuğa atılacağının belirsiz
olması. Bu yaşımıza kadar gelerek şimdiye dek pek çok kutucuğa tik atılmış
olduğu varsayılırsa aslında ertelenen her hafta, hatta her gün epey bir önem arz ediyor. Yani insanın bu hayatta ertelediği ne varsa aslında hemen, hem de bugünden başlaması gerekiyor. Tabii bugün dediysek o kadar da bugün değil. Bir ara! :)
** değerli arkadaşım Muştu'ya video önerisinden ötürü teşekkürü borç bilirim.
(görsel:https://www.bbc.co.uk/news/health-45295392 )
(görsel:https://www.bbc.co.uk/news/health-45295392 )

Gerçekten çok güzel bir değerlendirme yazısı olmuş. Başımıza ne geldiyse bu ertelemecilik yüzünden geldi zaten. Daha huzurlu bir yaşam ve sağlıklı bir psikoloji için yapmamız gereken şeylere bir an önce başlamalıyız. Ya da en geç yarın işte :)
ReplyDeletekesinlikle katılıyorum. ve bir kere ertelemesek gerisi gelecek aslında :) yorum için çok teşekkürler!
Delete