Geçenlerde bir arkadaş telefonda konuşurken sen gideli 4 ay
oldu gibi bir cümle etti. Dur yahu dedim, 4 ay ne. Daha yeni 3 ay oldu. Ama
şimdi baktım da, 4 aya epey yaklaşmış. Bu ileri sayımı da garip bulanlar
olacaktır. “Hala mı alışamadın Fatıma” diyeceklerdir. Ama bu alışmakla değil,
tarihe not bırakmakla, gelecekte, o günleri görebilirsem şayet, geriye dönüp
baktığımda bu zamanlarda yaşadıklarımı hatırlamakla alakalı.
107 gece geçirdim. En az 107 kere kahve içtim. Bunların pek
azı Türk kahvesiydi. En çok sorulan ve en çok cevaplamakta zorlandığım soru “nasılsın”
oldu. Nereye gitsem, ait hissedemedim. Nereden gitsem, orayı özledim. Bu dünyanın
en büyük derdinin masa başında sıcak içeceğimi yudumlarken İngilizce makale yazmak olduğunu sandığım
gecelerim oldu. Şimdi gülümseyerek ve hafif alaycı bir bakışla bakıyorum eski
benliğime. Bence hala çok zor. Ama asıl dert etmem gereken o değilmiş.
Son günlerde “Kaçık Prens”* adlı bir blog sayfasının yaptığı
podcastlere sardım. Kahvaltı yaparken ve akşam yemeklerinde muhakkak bir tane
açıp dinlemeyi alışkanlık hale getirdim. Farklı ülkelerde bulunan iki yakın
arkadaşın, biri akademisyen biri iş adamı, günlük hayat ve psikolojik meseleler
üzerine ettiği sohbetler, temel olarak. Bu sabah kahvaltımı ederken “yalnızlık”
konulu podcasti dinlemiştim. Akşam yemeğinde ise “gurbet” temalı podcasti
dinledim. Sırayla gitmiyorum, aradan o anki ruh halime göre seçiyorum. Bugünün başlıkları
ise pek manidardı.
Bugün gurbet konulu sohbetlerinde, konuşmacılardan birisi
hali hazırda yurt dışında olduğu ve diğeri de uzun yıllar yine yurt dışında
kaldığı için, yurt dışına gidince karşılaşılan yalnızlık hissi nasıl aşılır,
uyum süreci nasıl en az hasarla atlatılır
gibi konulardan bahsedildi. Dediler ki, insan gurbete ilk gittiğinde sürekli geride
kalanlara telefon eder, ama sürekli. Çünkü hep bir destek arar. Orada kendine
bir sosyal çevre edinene kadar, var olan sosyal çevresinden güç bulmaya çalışır.
Ancak telefonla da bir yere kadardır. Çünkü insan bazen fiziksel olarak da
birileriyle etkileşime geçmeye, konuşmaya, vakit geçirmeye ihtiyaç duyar.
Yüzümde buruk bir gülümsemeyle dinledim bir saatlik ses
kaydını. Buradaki ilk bir ayımı anımsadım. Değişik değişik dönemlerden geçtim. Şu
anda -sanırım- psikolojik olarak, en azından gurbete alışma noktasında düzlüğe
çıktığım için, bunlardan rahatça bahsedebiliyorum. Ama kendi ülkenizde bile bir
şehirden başka bir şehre taşınmak yeterince zor iken dilini bilmediğiniz bir
ülkeye taşınmak hiç de kolay değildi. Dilini bilmediğiniz derken, benim senelerce
uğraşmalarım sonucu belli bir seviyeye getirdiğim İngilizcemle Swansea'de Galler
aksanlı İngilizce'yle karşılaşınca karşılaşınca gerçekten bir şey bilmediğimi
anladım ve ilk vurucu darbe oradan geldi zaten.
Neyse efendim, farklı farklı dönemlerim oldu dedim. Öncelikle Türkiye'dekilerin beni anlamadıklarını düşünüp telefonla etkileşimi sıfıra
indirdiğim ve whatsapp mesajlarına bile dönmediğim dönem. Ardından burada bulunan "international" yurt ve okul arkadaşlarının, zaten ortada dil gibi koca bir
problem varken beni hiç anlamayacaklarını düşündüğüm ve hiç kimseye yaklaşamadığım
dönem. Sonra her şeyin o kadar
üstüme üstüme geldiği ve buradaki Türk arkadaşların bile beni anlamayacağını
düşünüp hiçbir daveti kabul etmeyip en nihayetinde herkesten kaçtığım üçüncü
dönem. Swansea'nin bilumum parkları bu noktada en büyük dostum oldu. Şanslıyım,
burada adım başı kocaman park var. Herhangi birine gidip kendinizi kaybetmeniz
ya da bulmanız çok kolay. Ama işte kaçmak da çözüm değil. Bunu, biraz daha
alışıp insanlarla etkileşime geçtiğim ve her şeyin bir tık normalleştiği
dördüncü dönemde anladım.
Ama bir de şu var. herhangi bir sorunla karşı karşıya
kaldığınızda, bu derslerle ilgili, "homesick" oluşunuzla ilgili ya da dünya üzerinde
mevcut herhangi başka bir şeyle ilgili olabilir, bu sorunu gerek Türkiye'den,
gerek buradan; gerek Türkçe gerek İngilizce pek çok kişiyle paylaşıyorsunuz. İnsanlar,
belki de herkes aynı şeylerle mücadele ettiğinden, Türkiye'dekiler de gurbette
oluşunuzdan ötürü size karşı ekstra hoşgörülü davrandığından, son derece
yardımsever ve kibar bir şekilde yaklaşıyor. Buradan dertleştiğim kişilerin, Türkiye'yle yaptığım görüntülü telefon konuşmalarının haddi hesabı yok. Ama günün
sonunda odanıza çekildiğinizde yine kendinizle ve yalnızca kendinizle baş başa
kalıyorsunuz. Yine bir şekilde sorunu çözecek adımı sizin atmanız gerekiyor. İnsanlar
maksimum ya yol gösterebiliyor ya da sizi dinleyip motive edip
yüreklendirebiliyor. Fazlası bir insandan beklenebilecek bir şey değil çünkü
herkes farklı hayatları yaşıyor bir noktada.
İşte buraya ulaştığınızda şu düşüncenin zihninize üşüşmemesi son derece önem arz ediyor: Türkiye'de olsaydım her şey daha kolay olurdu. Hayır. Orada da bu zorluklar vardı, orada da bunları tek başınıza göğüslemeniz gerekiyordu. Buradaki en büyük handikap Türkiye'de geçmişinizden gelen insanları bırakmış oluşunuz. Burada kimse sizi on senelik arkadaşınız kadar iyi bilemez bir anda. Her şey yeni baştan anlatılmalı, ilişkiler yeniden inşa edilmeli. Ama buna da handikap mı demeli yoksa işin cilvesi mi demeli bilemiyorum. Çünkü bir yerde bunlar da göze alındı. Yani o zaman anlamıyorsunuz nelerin yanına tik attığınızı ama bu yola girdikten aslında neleri zımni olarak kabul etmiş olduğunuzu bir bir idrak ediyorsunuz.
İşte buraya ulaştığınızda şu düşüncenin zihninize üşüşmemesi son derece önem arz ediyor: Türkiye'de olsaydım her şey daha kolay olurdu. Hayır. Orada da bu zorluklar vardı, orada da bunları tek başınıza göğüslemeniz gerekiyordu. Buradaki en büyük handikap Türkiye'de geçmişinizden gelen insanları bırakmış oluşunuz. Burada kimse sizi on senelik arkadaşınız kadar iyi bilemez bir anda. Her şey yeni baştan anlatılmalı, ilişkiler yeniden inşa edilmeli. Ama buna da handikap mı demeli yoksa işin cilvesi mi demeli bilemiyorum. Çünkü bir yerde bunlar da göze alındı. Yani o zaman anlamıyorsunuz nelerin yanına tik attığınızı ama bu yola girdikten aslında neleri zımni olarak kabul etmiş olduğunuzu bir bir idrak ediyorsunuz.
Bütün bu yazdıklarımdan sonra, karşılaştığım ve zaman zaman
belimi büken zorluklara karşı “ah gurbet” diyemiyorum. Zira aslında Türkiye'de de
gurbetteydim. Çünkü şairin de dediği gibi, “ben gurbette değilim, gurbet benim içimde”.
Nereye gidersem de gideyim, ne o his geçecek, ne de ben evimde hissedeceğim.
* Dinlemek isteyenler için blog adresleri: kaçık prens
Comments
Post a Comment