Bir süredir farklı yoğunluklarımdan ve en çok da ihmalkarlığımdan ötürü bloga yazı yazamıyordum ama bu durum her defasında
canımı sıkıyordu. Bu sebeple az da olsa bir şeyler karalamak istedim.
Geçenlerde Franz Kafka’nın dönüşüm kitabını okudum.
Kitaptaki cümlelere, twitterda bolca mizah malzemesi yapıldığından ötürü, oldukça aşinaydım: keşke böyle olmasa. Ama okurken, incecik bir kitap olmasına
rağmen ilerlemekte çok zorlandım ve satır aralarındaki acıyı bizzat içimde
hissettim. Bence bu kitap en çok, bir insan nasıl ailesinden bu kadar yara
almasına rağmen onlardan hala vazgeçemez, bunu anlatıyor.
Yazıda kitapta altını çizdiğim cümlelerden alıntılar yaparak
ilerleyeceğim. Bu yüzden kitabı okumayı düşünüp de okumayanlar ve spoiler yemek
istemeyenler için çok da okunması tavsiye edilen bir yazı olmayacağı
kanaatindeyim.
Dönüşüm: okuduğum ilk Kafka kitabı. Ankara'da Moda Sokağı'nda küçük bir
tezgahtan, elindekileri bitirmek isteyen bir üniversite öğrencisinden iki yıl
kadar önce aldığımı hatırlıyorum. İki yıldır neden açıp okumadığım ise başka
bir blog yazısının konusu. Ama ben, herhalde doğru zamanı beklemişim diyerek kendimi
kandırmayı seçeceğim.
Kitabı ilk açtığımda Kafka'nın özgeçmişi karşılıyor bizleri.
Kendisinin doktoralı bir hukukçu olduğunu anlıyoruz ve daha o anda başlıyor
yazara olan sevgim. Çünkü bilenler bilir, insanları “iyi insanlar ve kötü
insanlar” dan ayrık olarak sınıflandırdığım bir başka kriter vardır ki o da “hukukçular
ve diğerleri.”
Biyografinin ilerleyen kısımlarında hukukun yanında edebiyat okumadığım için bir hüzün kaplıyor içimi. “Ama hala okuyabilirsin ki” Bunun cevabı hem evet hem hayır. Ancak sanırım
insan bir değil birkaç bölüm okuyarak geçmeliymiş bu dünyadan.
Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, devcileyin
bir böceğe dönüşmüş buldu kendini.
Kitaba not düşmüşüm: devcileyin. Acaba orjinalinde nasıl bir kelime vardı ki çevirisini "devcileyin" olarak yapmışlar. Buraya kitapları kendi dillerinde okumuyor olmanın
yüzyıllık üzüntüsü ile ilgili cümleler gelecek.
Hikayenin başında beni çarpan olay Gregor'un böcek olarak
uyanması, ellerini kollarını hareket ettirememesi çünkü onlar yerine “bacakçık”
dediği ve nasıl kullanıldığını henüz bilmediği uzuvların gelmesi ya da konuşma
yetisini kaybetmesi değildi. Beni asıl çarpan olay tüm bu gelişen durumlara
rağmen Gregor'un hala daha ayağa kalkıp işe gidebileceğini düşünmesi, çünkü
ailesinin onun kazanacağı paraya ihtiyacı olması ve her bir cümlede bir nakış
gibi işlenen yoksulluk motifi oldu.
Bu hissi daha önce Gogol’un Palto kitabını
okurken de yaşamıştım ancak sanırım oradakini anlatmaya kelimelerim yetmeyecek.
Masanın yanına gelir gelmez, adeta dalgınlığından hemen
üzerine oturuverdi; yanı başında devrilen kocaman kahvedenlikten kahvenin sel
gibi aktığını fark etmemişe benziyordu.
Bu kısma da çaydanlık diye bir şerh düşmüşüm. Şüphesiz
kahvenin pişirilmek ve servis edilmek için çeşitli gereçlere konulduğunu
biliyordum ama günün birinde, çaydanlıktan türemiş olması kuvvetle muhtemel "kahvedenlik" sözcüğüyle karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Küçük bir 'google
search' yaptığımda ise Kafka'nın aynı sözcüğü başka kitaplarında da kullandığını
öğrendim. Sanırım bundan sonra kahvedenliği kullanan tek insan Kafka
olmayacak.
Gregor, ne olursa olsun, ıkına sıkıla sıkma kapıdan geçmeye
çalıştı, yere sürtünmekten böğürlerinden biri baştan aşağı yara bere içinde
kalmıştı, beyaz kapıda iğrenç lekeler bırakıyordu.
Kitabı okurken durmaksızın yaptığım bir beyin egzersizi vardı
ki o da Gregor'un tam olarak hangi boyutlarda olduğunu anlayabilmek. Belki küçük
ve gereksiz bir detay. Ama küçük ve gereksiz
detayları severim. Bence bir olayı, kitabı ve insanı güzelleştiren ve
anlamamıza yardım eden şey küçük ve gereksiz detaylardır.
Bu konuya bu kadar çok takılmamın bir diğer sebebi de,
böceklerin boyutunu hepimiz biliyoruz, keza insanların da öyle. Gregor böceğe
dönüşünce küçüleceği kuvvetle muhtemel ama Kafka onu böcek boyutuna getirip
orada bırakmıyor. Daha arada bir yerde bırakıyor ve kitap boyunca ilerleyen
cümlelerden, onun boyutunu tahmin etme işini okuyucuya bırakıyor.
Bir yerde Gregor'un babasının sinirlenip ona bir elma fırlattığını ve sonra herkesin o
elmayı yerinden alamayacak kadar Gregor'dan çekinti duyması ya da umur etmemesi
üzerine o elmanın oracıkta çürüyüp küflenmesinden bahsediliyor. Burada Gregor'un
bir elmadan büyük olduğunu anlıyoruz mesela. Sonra yine birçok yerde, Gregor'un
kanepenin altına girmesinden bahsediliyor. Burada da Gregor'un çok da büyük
olmadığı ihtimali önümüze geliyor ancak bu kez de acaba hikayede geçen kanepelerin
altının açıklığı ne kadardır sorusu zihnimize düşüyor.
Keşke düşünmek bu denli yorucu bir eylem olmasa idi.
Gregor böceğe dönüştükten ve ailesi kısmen de olsa durumu
kavradıktan sonra anne babasının Gregor'un odasına asla ama asla girmeye cesaret
edemediği ve onun yemeğinin getirilme ve odasının temizlenme işlerini
kardeşinin üstlendiği bölümler var sonra. Babası sadece öfkesinden giremiyor
ama annesi... Annesinin giremeyişinin sebebi çok başka. O canı evladını o halde
görmeye yüreğinin dayanmayacağını düşünüyor ve nitekim ilk gördüğünde bayılmasından da bunu anlıyoruz.
Ama çok geçmeden, düş kırıklığına uğramış, kendini geriye
çekti; hani yalnızca o incinmiş sol böğründen ötürü bir şey yemekte güçlük
çektiği için yapmamıştı bunu- ancak bütün vücuduyla sesli sesli soluyarak yemek
yiyebiliyordu- genellikle en sevdiği yiyecek sayılıp kız kardeşinin kuşkusuz bu
yüzden odasına getirip koyduğu sütün hiç tadına varamamıştı; hatta neredeyse
tiksinerek kaseden çevirdi yüzünü, geri dönüp sürüne sürüne odanın ortasına
geldi.
Bu cümlede beni en çok vuran ve kitabı bırakıp uzun süre
düşünmeye sevk eden şey “bütün vücuduyla sesli sesli soluyarak yemek yeme”
eylemi idi. Bu kitabı hissederek okuyan bir kimsenin bir daha hiçbir böceği,
bırakın öldürmeyi, incitebileceğini bile düşünmüyorum, bu birinci nokta. Otuz
yıllık hayatını çatal bıçak kullanarak geçirmiş bir insanın bütün vücuduyla
sesli sesli soluyarak yemek yemesinin acısının tarifi gerçekten hiçbir yerde
olmasa gerek, bu ikinci nokta. Çoğunlukla konuşma dilinde kullanılan ve onda
bile profesyonelliği öldürdüğüne inandığım “hani” kelimesinin bir kitap
cümlesinde böylesine kullanılıyor oluşu da üçüncü nokta.
Ama beni asıl üzen
kısım burası değildi.
Kız kardeşi elleriyle değil de, bir bezle tutarak kaseyi
yerden kaldırdı ve alıp dışarı çıkardı.
Bir insana verilebilecek kuşkusuz en büyük cezalardan birisi
ondan “tiksinmek” tir. Bunun bünyede yarattığı etkinin nasıl bir şey olduğunu
umarım hayatım boyunca öğrenmem. Ama kitapta okuduğum kadarı bile beni derinden
etkilemeye yetti. Üstelik kız kardeşi, ilk seferinde bezle tutup kaldırdığı
kaseyi, sonraki seferlerde elindeki süpürgeyle bir kovanın içine süpürmekle
yetinecekti.
Kız kardeşi odasına girer girmez kapıyı kapayayım demeksizin
doğru pencereye seğirtiyor, neredeyse boğulacakmış gibi aceleci ellerle
pencereyi açıyor, hava istediği kadar soğuk olsun, kısa süre pencerenin önünde
dikilip derin derin solumadan yapamıyordu.
Burada da Gregor'un artık insan değil de tamamiyle bir hayvan
olduğu gerçeği yüzümüze çarpılıyor. Çünkü hayvanlar kokar, sevgili okur. Her ne
kadar Gregor önceden o ailenin bir ferdi olsa da, demek ki, işler değiştiğinde
ve o artık insan olmadığında, ailesi bile ona geçirdiği dönüşümden ötürü böcek
gibi davranabiliyor. Kitabın burasında durup ailemizin bizi her ne olursa olsun
daima sevecek ve kollayacak olması gerçekliğinin gerçekten de bir gerçeklik mi
yoksa yanılsama mı olduğunu düşündüm ve şartlar değiştiğinde bir gün herkesin bizi terk
edip edemeyeceği üzerinde durdum. Sonra bu meselenin üzerinde durulamayacak
kadar ağır olduğunu fark edip okumaya devam ettim.
Ancak sonraları annesine engel olabilmek için her seferinde
çaresiz zora başvurdular. Annesi: “N'olur, bırakın beni, Gregor'a gideyim! Bahtı
kara oğlum Gregor'a! Onu görmem gerekiyor, anlamıyor musunuz ha, anlamıyor
musunuz”
Bu cümleden sonra, bir önceki paragrafa “herkes bizi
terk edebilir ama anneler hariç” şerhini düşüp yazıma devam edeceğim.
Özellikle tavandan sarkmak çok hoşuna gidiyordu; döşeme
üzerinde yatmaktan bambaşka bir şeydi bu; tavanda daha bir özgür soluyabiliyor,
hafif bir titreme vücudunu sarıyordu.
Buraya da sadece tek bir kelime gelecek: kabulleniş. Bazen içine
girdiğimiz bazı durumlar bizi öylesine sarsar ki, asla oraya adapte olmak
istemez, sürekli eskiye özlem duyarız. Bir durum bir insanın başına geldiğinde
ona alışmak ve hayatına o şekilde devam etmek çoğu kez imkansız gibi gelir. Ama
iş aslında “kabullenmek” ten geçiyordur da bilmeyiz.
Bir durumu artıları ve
eksileriyle kabullendiğinde ancak ilerleyebiliyor insan. Bunu başta kendi
hayatım olmak üzere pek çok kere tecrübe ettim. Bu yüzden kabullenmek, belki de
adaptasyonun ilk ve en öncelikli şartı denebilir.
Bir ayı aşkın süredir vücudunda taşıdığı ağır yara- kimse
yerinden uzaklaştırmayı göze alamadığından, elma gözle görülür bir hatıra gibi
etin içine gömülüp kalmıştı- tiksinti veren o feci görünümüne karşın, babasına
bile Gregor'un nihayet ailenin bir üyesi olduğunu anımsatmıştı; kendisini düşman
gözüyle görmek, Gregor'a karşı duyulan nefreti içe atıp ona hoşgörüyle yalnızca
hoşgörüyle davranmak gerekiyordu.
Kitabın burasında bir daha uzun süre elma yiyemeyeceğimi
fark ettim. Ama fark ettiğim tek şey bu değildi. Demek ki bir insan, evladına
geçirdiği dönüşümden dolayı öylesine sinirlenebiliyormuş ki, onun etine
saplanacak bir elma fırlatıp onun günlerce hatta aylarca orada kalmasına göz
yumabiliyomuş.
Lisede biyoloji dersinde gördüğümüz, böceklerin vücut
yapılarının nasıl olduğu meselesi, o elmanın şiddetle atılmasından ötürü kabuğu aşıp
etine saplanması ve elleri ayakları olmadığı ve kimse de çıkarmadığı için orada
gömülü kalması sonucu duyulan acı –çünkü biz sadece kendimiz acı çekiyoruz
sanırız- ve yine aynı elmanın gün be gün
küflenmesi ve kuvvetle muhtemel kurtlanması ve bir insanın bu “şey”le yaşamaya
mahkum edilmesi ve böyle sürüp giden daha pek çok şey...
Beri yandan annesiyle kız kardeşi, babasını yatağa
yatırdıktan sonra dönüp gelerek ellerindeki işleri bırakıyor, birbirlerine
sokulup yanak yanağa oturuyorlar, derken annesi Gregor’un odasını göstererek
“şu kapıyı kapatır mısın, Grete!” diyor, bunun üzerine Gregor yine karanlıkta
kalıyordu; bitişikte ise annesiyle kız kardeşi gözyaşlarını birbirine katarak
ağlaşıyor ya da donuk bakışlarla önlerindeki masaya bakıp duruyorlar, bu da Gregor’un sırtındaki yaranın sanki yeni açılmış gibi sızlamasına yol açıyordu.
Kitap boyunca Gregor'un ailesinin unuttuğu tek bir şey vardı
bence: Gregor'un insan olduğu. Bir insanın böceğe evrilmesi onun böcek olduğu
anlamına mı gelir? Bence hayır. Gregor dışardan bakılınca böcek gibi görünen ve
hareketleri de yine bir böcek gibi olan bir insandı. Bir kalbi ve beyni vardı
ve onu öteki canlılardan ayıran düşünme yetisini hala kaybetmemişti. Eğer öyle
olsaydı, herkes ona bu kadar kötü davranırken o hala kız kardeşini konservatuara
göndermeyi düşünür müydü? Yazık ki, başta ona en yakın olan kız kardeşi olmak
üzere ailesi bu farkı hiçbir zaman anlamadı. Onun içten içe bir insan olduğunu,
hala hissedebildiğini ve ona bir böcek gibi davranılmasının onu etine saplanan
elmadan daha çok yaraladığını da bilemedi.
Artık onun pek hoşlanıp hoşlanmayacağını düşünmeyen kız
kardeşi, sabahları işe giderken ayağıyla rastgele bir yiyeceği çarçabuk odasından
içeri itiyor, akşam da sadece şöyle bir tadına mı bakılmış, yoksa, çok vakit
olduğu gibi, el sürülmeden bırakılmış mı, hiç aldırış etmeden süpürgenin ucuyla
çekip dışarı alıyordu.
Pislik duvarlar boyunca yol yol uzanıyor, sağda solda yumak
yumak toz ve çıkartı görülüyordu, ilk zamanlar kız kardeşi geldiğinde Gregor
odanın en pis köşe bucağına gidip beklemiş, böylece kız kardeşine adeta sitemde
bulunmak istemişti. Ama öyle anlaşılıyordu ki, haftalarca olduğu yerde
kalabilir, yine de kız kardeşi bildiğinden şaşmazdı.
Bu da bir insandan vazgeçmenin en büyük örneği değilse
nedir: onu ölüme terk etmek. Başlarda diyordum ki, madem Gregor'u insan olarak
kabul edemediler, neden onu evcil hayvan olarak aralarına almayı hiç
denemediler. Sonuçta böcek olmasına böcekti fakat onun kendilerine bir zarar
vermeyeceklerini biliyorlardı. Pekala evcil bir kedi gibi onu da besleyip
büyütebilir, sarıp sarmalayabilirlerdi. Neden?
Sorumun cevabı çok açıktı aslında. Ailesi Gregor'u ne bir
insan ne de tam anlamıyla bir böcek olarak görüyorlardı. Onu bir 'şey' yahut bir
yaratık olarak gördükleri için her ne kadar eskiden kendi canından ve kanından
biri olsa da, geçirdiği dönüşümden dolayı onu safi böcek olarak görmeleri de
zorlaşıyor ve bu da Gregor'un onların gözünde arada bir yerde kalmasına
yol açıyordu.
Kitabın sonuna yaklaşırken bir yerde, kız kardeşinin ailesi
ve evdeki diğer kiracılar -çünkü artık kıt kanaat geçindikleri için evin bazı
odalarını kiraya vermek zorunda kalmışlardı- için keman çaldığı bir bölüm var. Gregor
da onu daha iyi dinleyebilmek için “her şeyi göze alıp” salonun ortalarına
kadar geliyor.
Müzik onu bu kadar duygulandırdığına göre, kendisine bir
hayvan gözüyle bakılabilir miydi?
Sanki özlemini çektiği bilinmedik besine
götüren yol sonunda ortada gözükmüşçesine bir sanıya kapılmıştı. Kız kardeşinin
yanına kadar ilerleyerek kolundan çekip çekiştirmeye ve böylece ona, kemanını
alıp kendi odasına gelmesini dolaylı yoldan anlatmaya karar vermişti; çünkü
oradakilerin hiçbiri, kendisinin yapmayı düşündüğü gibi, kız kardeşinin keman
çalışını takdir edecek durumda değildi.
Buraya abilik güdüsü mü desem yoksa böcek olduğunu unutup 'üstüne vazife olmayan işlere' kalkışma mı desem, bilemiyorum. Gregor'un ailesine
bakılırsa kesinlikle ikincisi. Zira olayların gelişiminden anlaşılan o. Ama bence, Gregor, ailesinden ve bilhassa kardeşinden o kadar vazgeçmiyor ve onun keman
çalışının salonda takdir görmeyişine o kadar içerliyor ki, kardeşinin onu pis
bir odada yaşamaya terk etmesi ve bütün o umursamazlıklar hükmünü bir anda
yitiriyor. Çünkü Gregor her şeyden önce bir abi, bir insan ve ne olursa olsun
ailesini bir an bile bırakmak istemiyor.
İlerleyen satırlarda Gregor'un, kardeşini
odaya çekip onu “şu felaket” araya girmeseydi anne babasının bütün itirazlarına
rağmen konservatuara yollayacağı düşüncesini söylemeyi planladığı satırlar benim için
gerçekten çok ağırdı. Nasıl anlatsam, ailesi o ölsün de onları rahat
bıraksın, kaçırdığı huzurlarını geri getirsin diye gözüne bakarken Gregor'un
hala daha düşündüğü şeyler akıl alır gibi değil.
Gidecek bu evden mutlaka! diye bağırdı kız kardeşi. “başka
çare yok, baba!” sen onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan söküp atmaya
çalış, yeter! Zaten bizim asıl mutsuzluğumuz , bunca zaman onun Gregor olduğuna
inanmamız değil mi?
Kitabın burasına “bizim büyük çaresizliğimiz” yazıp bıraktım.
Çünkü bu cümle beni yine iki yıl öncesine, altını çizip üzerine yazılar
yazdığım bir cümleye götürdü.
"Bizim büyük
çaresizliğimiz, Nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışardaki çocuk
seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu."
Gerçekten de Samsa ailesinin kendince gördüğü en büyük çaresizlik, ona
bir insan mı yoksa bir böcek gibi mi davranacaklarına bir türlü karar
verememeleri ve sonunda ondan bıkmalarıydı.
Kitap boyunca hep “acaba sonunda insan olur mu” diye düşündüm durdum. Sonu
gelmesin diye çok yavaş ve aralar vererek okudum ama nihayet o hüzünlü sona
ulaştım. Kitabın sonunda ne oluyor yazmayacağım. Fakat Gregor Samsa insan olmuyor. Ve fark ettim ki,
kitap boyunca “keşke yeniden insana dönüşse” temennilerim kitabın sonuna
geldiğimde yerini “inşallah insana hiç dönüşmez”e bırakmış. Çünkü açıkçası insan
olsaydı, bu halde ailesinin onun yüzüne bir daha bakabileceğini sanmıyorum.
Bir kitap tahlili nasıl yazılamaz’ı okudunuz efendim, esen kalın.
Comments
Post a Comment