Merhaba.
Size izlediğim bir filmden bahsetmeye geldim. İzleyeli bir hafta kadar oldu ancak tanıtım yazısı yazmaya yeni fırsat bulabildim. Başlıktan da anlaşılacağı üzere filmin adı "Kitap Hırsızı."
Yaklaşık iki saat süren filmin türü dram ve savaş olarak geçiyor. Ama içinde çok daha fazlası olduğundan emin olabilirsiniz. Normalde konusuna bakar bakmaz izlemekten vazgeçecektim, çünkü savaş filmleri pek tercihim değildir. Fakat şu anda iyiki iyiki izlemişim diyorum. Film bitip de siyah ekranda beyaz yazılar kayarken, şimdiye dek izlediğim filmler arasında çoktan üst sıralara yerleşti bile.
Filmimiz Liesel isimli bir kızın evlatlık verilme hikayesi ile başlıyor. 1900 lü yıllar... Almanların Hitler yönetiminde olduğu ve devletin baskıcı etkisinin her yerde oldukça yoğun olarak hissedildiği dönemler. Nazilerle alakalı pek film izlememiş olmamdan ötürü müdür bilmiyorum fakat çoğu sahnede tüylerim diken diken oldu.
“One small fact, you are going to die. Despite all the efforts, no one lives forever.”
Film, başlarda Liesel'in yeni anne-babası ve okul hayatıyla ilgili sahneler arasında gidip gelirken, bir anda Max giriyor hayatlarına. Sonrasında da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.
En etkilendiğim detaylardan bazıları, küçük Liesel’in insanlarla etkileşime geçmesinde bu denli zorluk yaşaması ve gözlerinin altındaki bir türlü geçmeyen morluklar. Evet böyle şeylere epey dikkat ediyorum. Yetişkinlerde göz altı morluklarına alışkınız fakat küçüklerde olması daha bir üzücü.
Liesel, gördüğüm en başarılı çocuk oyuncu olabilir. Ayıca Max'ın olduğu çoğu sahne bence çok dokunaklıydı. Max’ın Liesel'e “you are curious girl” demesiyle başlayan arkadaşlığını film boyunca kıskandığımı itiraf etmeliyim. Filmde abi-kardeş olarak lanse edilmeye çalışılmış ama bence daha çok arkadaş gibiydiler.
“so let me know when” “why?” “so i can come with you”
Ve küçük Rudy. Filmdeki en kilit karakterlerden birisini oynamasına karşın ona pek ısındığımı söyleyemeyeceğim. Muhtemelen Max’in onun boşluğunu doldurduğunu düşündüğümden ötürü...
“Dear mama. Today is the Führer’s birthday. I wish it was mine. Maybe then you could come and see me. I miss you all day long”
Bir diğer beğendiğim şey ise oyuncuların Alman aksanıyla İngilizce konuşması oldu. Almancayı da İngilizce'yi de çok severim. Ama farklı bir aksanla konuşulan dil bana her zaman daha şiirsel gelmiştir. Bu filmde de bu hissiyatı çokça yaşadım.
Bence 9.3/10 luk bir filmdi. Fakat filmi izledikten sonra forumlarda birkaç tane ağır eleştiriye denk geldim. O yüzden gerçek eleştirmenler ne düşünüyor bilemeyeceğim. Ama bana kalırsa iyinin de ötesinde bir filmdi. Eğer kafamı biraz dağıtsın, hem ağlatsın hem güldürsün ama en çok da yüreğime işlesin diyorsanız, "the book thief" kanaatimce güzel bir seçenek olacaktır.
İyi seyirler.
İyi seyirler.
Comments
Post a Comment