Üniversite üçüncü sınıf. Aziz hoca bir dersimizde “Türkiye'de akademisyen olabilmenin yolları”nı anlatıyor. O zaman bunun için 3 yol var: ÖYP, cari alımlar ve MEB bursu. O gün MEB bursunu duyunca çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Anneme anlatıyorum hemen, 6 sene çok fazla diyor; babam, Türkiye'de bir iş sahibi olmamı söylüyor. Benim için hiç kolay bir ikna süreci olmuyor. Kendimi ifade etme çabalarım hala gözümün önünden gitmiyor.
Bir sene sonra ÖYP kaldırılıyor. Yıkılıyorum. Sonra mezun oluyorum. Sonra 2016 yılında ilk kez YLSY tercih kılavuzu yayınlanıyor. İçinde özel hukuk yok. Benim hukuku sevme nedenim olan özel hukuk yok. Başvurmuyorum. Ama gerçekten çok üzülüyorum. Aradan birkaç ay geçiyor. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi'ne yüksek lisansa kabul ediliyorum. Ve YLSY'yi tamamen unutuyorum. Çok güzel bir yüksek lisans dönemi... Hocalarımı çok seviyorum. Okulumu çok seviyorum. Beni gerçekten tatmin ediyor. Sonra staj başlatıyorum. Yüksek lisans ve stajı aynı anda yürütmeye çalışmak bu hayatta beni en çok zorlayan şeylerin başında geliyor. Bir sene boyunca her sabah kahvaltıda poğaça yiyorum. Poğaçadan tiksinir hale geliyorum. Yüksek lisansın ilk senesi bitiyor. Stajım bitiyor. Bu sürede açılan bütün üniversitelerin araştırma görevlisi kadrolarına başvuruyorum. Çok iyi anımsıyorum, ilk başvurduğum yerde ön değerlendirme listesini 0.2 puanla kaçırmıştım. Çok ağladığımı hatırlıyorum. Halbuki sınavlara ağlamayı bırakalı epey olmuştu. Sonra ön değerlendirme listesine girebilmenin ya da kaçıncı girdiğinin bir önemi olmadığının, listeye birinci girdiğim yerlerden elenince anlıyorum. Bunun pek çok sebebi var, burada onları açmayacağım. Ama şunu çok net söyleyebilirim ki, Türkiye'de araştırma görevlisi olmak gerçekten çok zor.
Yozgat, Isparta, Rize, Sakarya, Kırıkkale, Ankara, Karabük
ve Tokat. Son iki senemde hayatımda gezdiğimden daha fazla il gezdim, sadece bu
mülakatlar yüzünden. Şu anda aklımda kalan tek şey, Yozgat'ta kazandığım
mükemmel dostluk, Rize'de içtiğim enfes çay, Rize'den Yalova'ya on iki saatlik
otobüs yolculuğunda çok kötü hasta olup Yalova'ya varamadan Sakarya'da inmek
zorunda kalışım, Isparta'dan aldığım gül suyu ve kremleri, hiçbir özelliği
olmamasına rağmen sadece Karadeniz'de olduğu için aşık olup üzerine hayaller
kurduğum Karabük ve Tokat'ta kaldığım yerdeki son derece misafirperver
görevliler. Hepsi şu an beni gülümsetiyor.
Sene 2017, aylardan temmuz. Bir Facebook gönderisi görüyorum: “arkadaşlar hukuktan ylsy yapmayı düşünen var
mı?” Facebook'taki gönderilere yorum yazmak adetim değildir, ama yazıyorum.
Sonra orada gönderinin altında toplanan üç beş kişiyle bir WhatsApp grubu
kuruyoruz. Hepimiz hukukçuyuz, hepimiz YLSY istiyoruz hepimiz çok heyecanlıyız.
O günlerde YLSY'yi yeniden düşünmeye başlıyorum. Tekrar araştırıyorum, şartları
tekrar okuyorum. Ama bu kez daha temkinli yaklaşıyorum çünkü özel hukuk yine açılmayabilir. Kamu hukukunda bir ömür geçirsem mutlu olabilir miyim sorusunu
defalarca kez soruyorum kendime, ama bir cevap veremiyorum. Kılavuz
yayınlandıktan sonra karar vereceğim. Bu süreçte yukarıda bahsettiğim araştırma
görevlisi ilanlarına başvurmaya ve mülakatlara gitmeye devam ediyorum. Çünkü bu
hayatta her zaman bir B planınız olmalı.
29 eylül 2017. 2017 YLSY başvuruları başlıyor. Bütün Facebook gruplarından, WhatsApp gruplarından bildirim geliyor. Çok heyecanlıyım.
Kılavuza bakıyorum. Açılan bölümlerin hepsi özel hukuk ve dahası ticaret
hukukunun alt dalları. Bu kez gerçekten hayal kurmaya başlıyorum. Ya gerçek
olursa? Başvurular ÖSYM'nin sitesi üzerinden kredi kartıyla yapılıyor. Gereken
tek şey ALES puanı. Başvuracağım başvurmasına ama bu kez mülakata kadar kimseye söylemek
istemiyorum. Çünkü daha önceki katıldığım mülakatlarda defalarca kere tecrübe
ettiğim üzere, kimsenin bir beklentiye girmesini istemiyorum. Bir de tekrar çevremdekileri ikna etme süreçlerini yaşamak istemiyorum. Ama kredi kartım yok. En yakın arkadaşıma
mesaj atıyorum, benim için başvurmasını rica ediyorum. Hemen başvuruyor ve
heyecanla soruyor, "kank sen şimdi kazanırsan yurt dışına mı gideceksin?"
Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Daha mülakata çağrılmaya hak kazanmamışım, mülakata girmemişim, ondan sonra olacaklar içinse hiçbir fikrim yok.
Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum. Daha mülakata çağrılmaya hak kazanmamışım, mülakata girmemişim, ondan sonra olacaklar içinse hiçbir fikrim yok.
Hukuk için bu sene ayrılan kontenjan 36. Bunun üç katı kadarı mülakata çağrılacak. ALES puanım 88. Kendimden hiç ama hiç emin değilim. Bir önceki sene 131 kişi alınmış hukuktan. Keşke diyorum, keşke geçen sene başvursaydım. Belki bu ALES puanı geçen sene yeterdi ama bu sene yetmeyecek belli.
20 ekim 2017. Mülakata çağrılmaya hak kazanan kişiler açıklanıyor. Görünen o ki mülakata girebileceğim. Sayfayı milyonlarca kere yeniliyorum. Artık bir şansım var. Gerçekten o gün çok ama çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Hukukta en son mülakata çağrılan kişinin puanına bakıyorum. 87 virgül bir şey. Küsüratlarla o mülakata girmeye hak kazanıyorum.
Sonra mülakata gireceğimiz tarih ve saatler açıklanıyor: 14-24 kasımda Başkent Öğretmenevi'nde yapılacakmış. Benimki 16 kasımda. Ekimden kasıma kadarki
bir ay hayatımın en stresli bir ayına dönüşüyor: ben şimdi mülakatta komisyona
ne diyeceğim?
Kılavuzu yalayıp yutuyorum. Her gün kütüphanelere gidip kılavuzdaki bütün bölümleri araştırıyorum: rekabet hukuku nedir, deniz ticareti ne iş yapar, fikri mülkiyetin çalışma alanları nelerdir. Sempozyumlara katılıyorum, hocalarla tanışıp onların fikirlerini alıyorum. Kırıkkale'deki ve Yıldırım Beyazıt'taki hocalarımla konuşuyorum. Herkes bir şeyler söyleyip yardımcı olmaya çalışıyor. Ama mülakatın “anlık” bir şey olduğunun ve buna kendimi hazırlayacak tek kişinin de kendim olduğunun da farkındayım. Daha önce katıldığım araştırma görevlisi mülakatlarından, mülakatta ne sorulduğuna aşinayım. Kısa bir kendini tanıtma faslı ve bir sürü hukuk sorusu. Ama bu mülakatın aynı olmayacağını düşünüyorum. Çünkü devlet adına burslu öğrenci olarak yurt dışında okumaya gideceksiniz. İnsanların sizden beklediği, hukuk bilgisinden fazla olmalı.
İnternetteki bütün sözlüklere, forumlara ve bloglara bakıyorum. Aradığım tek bir soru var: YLSY mülakatında ne sorulur. Forumlardan okuduğum soruları bir yere not etmeye çalışıyorum ama yüzlerce soru var. Hepsinin cevabını bulmam, öğrenmem ve aklımda tutmam mümkün değil. Bu böyle olmayacak diyorum, kendi mülakat sorularımı hazırlıyorum. Bilgisayarın başına geçiyorum ve ben mülakat komisyonu olsaydım bana ne sorardım deyip aklıma gelen bütün soruları yazıyorum. İsminin anlamı ne sorusundan tutun da seni neden yurt dışına gönderelim’ e kadar sorulabilecek bütün soruları soruyorum. Hepsine kendime göre doyurucu ve orjinal cevaplar hazırlıyorum. Sayfalar sürüyor sayfalar... Akşamları başımı yastığa koyduğumda boynumun ağrısından uyuyamıyorum. Ama beni uyutmayan tek şey bu değil. Heyecan. O kadar heyecanlıyım ki. Ben hayatımda bu kadar heyecanlandığım bir dönem daha hatırlamıyorum. Zaten halihazırda ağrıdan ve heyecandan uyuyamıyorum, bari kendimce merak ettiğim şeylerin cevabına bakayım diyorum ve geceleri telefondan sözlüklere bakmaya başlıyorum. İngiltere'de yaşamak, İngiltere'de öğrenci olmak, İngiltere'de hava durumu, İngiltere'nin yemek kültürü... Her gece en az iki saatim sözlüklerde İngiltere ile ilgili bütün entryleri okumakla geçiyor. Daha mülakata bile girmiş değilim ama ben "british breakfast" denilen şeydeki fırınlanmış- şekerli fasulyeyi yeyip yiyemeyeceğimin kaygısına düşüyorum. İnsanoğlu garip bir varlık. Söz konusu ben olunca işler iyice garipleşiyor.
Kılavuzu yalayıp yutuyorum. Her gün kütüphanelere gidip kılavuzdaki bütün bölümleri araştırıyorum: rekabet hukuku nedir, deniz ticareti ne iş yapar, fikri mülkiyetin çalışma alanları nelerdir. Sempozyumlara katılıyorum, hocalarla tanışıp onların fikirlerini alıyorum. Kırıkkale'deki ve Yıldırım Beyazıt'taki hocalarımla konuşuyorum. Herkes bir şeyler söyleyip yardımcı olmaya çalışıyor. Ama mülakatın “anlık” bir şey olduğunun ve buna kendimi hazırlayacak tek kişinin de kendim olduğunun da farkındayım. Daha önce katıldığım araştırma görevlisi mülakatlarından, mülakatta ne sorulduğuna aşinayım. Kısa bir kendini tanıtma faslı ve bir sürü hukuk sorusu. Ama bu mülakatın aynı olmayacağını düşünüyorum. Çünkü devlet adına burslu öğrenci olarak yurt dışında okumaya gideceksiniz. İnsanların sizden beklediği, hukuk bilgisinden fazla olmalı.
İnternetteki bütün sözlüklere, forumlara ve bloglara bakıyorum. Aradığım tek bir soru var: YLSY mülakatında ne sorulur. Forumlardan okuduğum soruları bir yere not etmeye çalışıyorum ama yüzlerce soru var. Hepsinin cevabını bulmam, öğrenmem ve aklımda tutmam mümkün değil. Bu böyle olmayacak diyorum, kendi mülakat sorularımı hazırlıyorum. Bilgisayarın başına geçiyorum ve ben mülakat komisyonu olsaydım bana ne sorardım deyip aklıma gelen bütün soruları yazıyorum. İsminin anlamı ne sorusundan tutun da seni neden yurt dışına gönderelim’ e kadar sorulabilecek bütün soruları soruyorum. Hepsine kendime göre doyurucu ve orjinal cevaplar hazırlıyorum. Sayfalar sürüyor sayfalar... Akşamları başımı yastığa koyduğumda boynumun ağrısından uyuyamıyorum. Ama beni uyutmayan tek şey bu değil. Heyecan. O kadar heyecanlıyım ki. Ben hayatımda bu kadar heyecanlandığım bir dönem daha hatırlamıyorum. Zaten halihazırda ağrıdan ve heyecandan uyuyamıyorum, bari kendimce merak ettiğim şeylerin cevabına bakayım diyorum ve geceleri telefondan sözlüklere bakmaya başlıyorum. İngiltere'de yaşamak, İngiltere'de öğrenci olmak, İngiltere'de hava durumu, İngiltere'nin yemek kültürü... Her gece en az iki saatim sözlüklerde İngiltere ile ilgili bütün entryleri okumakla geçiyor. Daha mülakata bile girmiş değilim ama ben "british breakfast" denilen şeydeki fırınlanmış- şekerli fasulyeyi yeyip yiyemeyeceğimin kaygısına düşüyorum. İnsanoğlu garip bir varlık. Söz konusu ben olunca işler iyice garipleşiyor.
Hayatımda hazırlandığım en iyi mülakat. Çıkma ihtimali olan bütün soruların cevaplarını evde kendi kendime yüzlerce kere vererek
hazırlanmışım. Her şeyi çok iyi bir şekilde biliyorum. Tek ihtiyacım olan heyecanımı kontrol altına almak. Eğer heyecanımı yenebilirsem mülakatı
kazanmamam için hiçbir sebep yok. İstiyorum ki, mülakat komisyonu bana "neden
akademisyen olmak istiyorsun" desin. Saatlerce anlatabilirim, saatlerce. Onları
bu programın benim hayalim olduğuna ikna edebileceğime o kadar eminim ki. Tabii
her şey yolunda giderse.
Mülakat sabahı. Takım elbise, topuklu ayakkabı ve yüzümde donuk bir ifade. Heyecandan ağlayacağım ama bastırmaya çalışıyorum. Kendimi heyecanlı
olmadığıma inandırmam lazım. Annem babam kardeşim ben, mülakatın yapılacağı yere, Başkent Öğretmenevi'ne
gidiyoruz. Onlar arabada bekliyor, ben yukarı
çıkıyorum. Bir sürü insan, her yerde bir sürü insan. Biraz olsun rahatlıyorum.
Tanıdık bir yüz arıyorum. Kimse yok. Kendimi bir lavaboya atıyorum ve
öksürüğümün geçmesini bekliyorum. Gerçekten çok hasta olduğum bir zaman. Zaten
bu doğanın kanunudur, mülakatlardan önce kesin hasta olurum. Tek istediğim,
jüri karşısında öksürmemek ve sesimin hasta olduğumu belli edecek kadar kötü
çıkmaması. Sanki ne olacaksa... Ama o an çok önemli geliyor bütün bunlar.
Saatim geliyor. Yukarı çıkıyorum. Bir odada beş altı kişi bekliyoruz. Herkes yere bakıyor. Kimseden ses çıkmıyor. En nefret ettiğim şeylerin başında geliyor, mülakat öncesi sessizlik. Ben de beklemeye başlıyorum. Odaya bizim için su koymuşlar. Hemen bir tanesini açıyorum ve üç dakikada bir su içiyorum. Çünkü boğazım kuruyor. Arada öksürüyorum. Ha bir de herkes oturuyor ama ben ayaktayım. Heyecandan... Şimdi düşününce baya komik durum. Mülakat saatim geliyor, geçiyor. Beni yaklaşık iki saat gecikmeli alıyorlar. Tabii bu sürede heyecan filan kalmıyor, bir yer bulup oturuyorum, odadaki adaylarla konuşmaya başlıyoruz. Sonra ismim okunuyor. İçeri giriyorum. Üç tane hoca. Ellerinde CV’m. Sadece bununla içeri girmemize izin var. CV'mi baştan sona inceleyip bana sorular soruyorlar. Orada yazan her şeyi, o şeyleri hangi motivasyonla yaptığımı ve neler öğrendiğimi açıklattırıyorlar. Bu arada dışarıdayken beni neredeyse tamamen terk etmiş olan heyecanım tüm bedenimi sarıyor. İlk başta sesim titriyor. Boğazım çatallaşıyor. Öksüreceğim, öksüremiyorum. Önümdeki suyu açıyorum. İçeride kaldığım süre zaten topu topu on dakika. Ben suyun yarısını içiyorum.
CV'de yazan şeyleri, başlarda biraz heyecanlansam da güzel açıkladığımı düşünüyorum. Sonra başka bir hoca bana Türk ve dünya klasiklerinden soru sormaya başlıyor. Baya baya edebiyat üzerinden ilerliyor mülakat. Bazılarına cevap veriyorum, bazılarına ise neden cevap veremediğimi açıklıyorum. Sonra kendi okuduğum kitaplardan bahsedip onlar üzerine konuşmak istediğimi söylüyorum. Öz güvenim biraz yerine geliyor çünkü artık bildiğim sulardayım. Edebiyat üzerine baya bir konuştuktan sonra bir tane medeni hukuktan bir tane de sermaye piyasasından soru geliyor. En son yine kendimle ve ailemle alakalı birkaç soru... Sonra teşekkür ediyorlar. Neden akademisyenlik sorusunu sormadıkları için biraz kırılıyorum. Daha doğrusu benim hazırlandığım neredeyse hiçbir soruyu sormuyorlar. Beklediğim soruları sormadıkları için kendimi yeterince ifade edemediğimi düşünüyorum. Klasiklerin hepsini okumadığım için iyi bir izlenim bırakamadığımı düşünüyorum. Mülakatın ikinci dakikasında masamdaki suyu açtığım için benim heyecanını kontrol edemeyen birisi olduğumu düşüneceklerini düşünüyorum. Tüm bu düşüncelerin dışa vurumu gözyaşı şeklinde oluyor ve daha iyi bir performans sergileyebilirdim fikri beynimi o kadar tırmalıyor ki, dünya üzerinden buharlaşıp yok olmayı bile diliyorum.
Saatim geliyor. Yukarı çıkıyorum. Bir odada beş altı kişi bekliyoruz. Herkes yere bakıyor. Kimseden ses çıkmıyor. En nefret ettiğim şeylerin başında geliyor, mülakat öncesi sessizlik. Ben de beklemeye başlıyorum. Odaya bizim için su koymuşlar. Hemen bir tanesini açıyorum ve üç dakikada bir su içiyorum. Çünkü boğazım kuruyor. Arada öksürüyorum. Ha bir de herkes oturuyor ama ben ayaktayım. Heyecandan... Şimdi düşününce baya komik durum. Mülakat saatim geliyor, geçiyor. Beni yaklaşık iki saat gecikmeli alıyorlar. Tabii bu sürede heyecan filan kalmıyor, bir yer bulup oturuyorum, odadaki adaylarla konuşmaya başlıyoruz. Sonra ismim okunuyor. İçeri giriyorum. Üç tane hoca. Ellerinde CV’m. Sadece bununla içeri girmemize izin var. CV'mi baştan sona inceleyip bana sorular soruyorlar. Orada yazan her şeyi, o şeyleri hangi motivasyonla yaptığımı ve neler öğrendiğimi açıklattırıyorlar. Bu arada dışarıdayken beni neredeyse tamamen terk etmiş olan heyecanım tüm bedenimi sarıyor. İlk başta sesim titriyor. Boğazım çatallaşıyor. Öksüreceğim, öksüremiyorum. Önümdeki suyu açıyorum. İçeride kaldığım süre zaten topu topu on dakika. Ben suyun yarısını içiyorum.
CV'de yazan şeyleri, başlarda biraz heyecanlansam da güzel açıkladığımı düşünüyorum. Sonra başka bir hoca bana Türk ve dünya klasiklerinden soru sormaya başlıyor. Baya baya edebiyat üzerinden ilerliyor mülakat. Bazılarına cevap veriyorum, bazılarına ise neden cevap veremediğimi açıklıyorum. Sonra kendi okuduğum kitaplardan bahsedip onlar üzerine konuşmak istediğimi söylüyorum. Öz güvenim biraz yerine geliyor çünkü artık bildiğim sulardayım. Edebiyat üzerine baya bir konuştuktan sonra bir tane medeni hukuktan bir tane de sermaye piyasasından soru geliyor. En son yine kendimle ve ailemle alakalı birkaç soru... Sonra teşekkür ediyorlar. Neden akademisyenlik sorusunu sormadıkları için biraz kırılıyorum. Daha doğrusu benim hazırlandığım neredeyse hiçbir soruyu sormuyorlar. Beklediğim soruları sormadıkları için kendimi yeterince ifade edemediğimi düşünüyorum. Klasiklerin hepsini okumadığım için iyi bir izlenim bırakamadığımı düşünüyorum. Mülakatın ikinci dakikasında masamdaki suyu açtığım için benim heyecanını kontrol edemeyen birisi olduğumu düşüneceklerini düşünüyorum. Tüm bu düşüncelerin dışa vurumu gözyaşı şeklinde oluyor ve daha iyi bir performans sergileyebilirdim fikri beynimi o kadar tırmalıyor ki, dünya üzerinden buharlaşıp yok olmayı bile diliyorum.
Daha sonra bu mülakatın başarılı sonuçlanmayacağını kabullenip
açılmasını beklediğim araştırma görevlisi mülakatları için hazırlanmaya
başlıyorum. Bir ara hakimlik çıkmış soruları kitabını alıyorum. Hayatımda
yaptığım en anlamsız hareket... Sonra tam olarak ne yaptığımı bilmediğim ve soranlara
da açıklayamadığım bir ders çalışma dönemine giriyorum. Her sabah yedi buçukta
uyanıp Milli Kütüphane'ye gidiyorum ve akşam olup da kütüphanenin balkonunda tadı
gerçekten oldukça kötü olan otomat kahvesini içerken bu hayatı sorguluyorum.
Elimdeki fırsatları nasıl da kaçırdığımı düşünüyorum. Hukukun bana uygun olup
olmadığını sorguluyorum. Derken günler geçiyor. Aslında ne hakimliğe ne
mülakatlara tam olarak hazırlanamamış oluyorum. Öğrendiğim en büyük hayat
dersi: birden fazla şeyi aynı anda yapmaya çalışırsan hiçbirini tam manasıyla
yapamazsın.
20 aralık 2017. Tokat'tayım. Araştırma görevlisi mülakatına
girmişim, kaldığım yere gitmek üzere otobüse bineceğim. Sınavım bence şimdiye
kadarki girdiğim araştırma görevliliği sınavlarının içinde en iyi geçeni.
Mülakatta ise şu zamana kadar beklediğim iki soru geliyor: neden akademisyenlik, neden
ticaret hukuku. Mülakatı yapan hocayı inşallah ilerde bir gün ziyaret edeceğim.
Şimdiye kadarki geçirdiğim en keyifli ve en çok kendimi ifade edebildiğim
mülakat oldu. Çıkınca ailemi arıyorum, diyorum ki: bence kazandım, ama
kazanamamışsam bile sağlık olsun çünkü her şey çok içime sindi.
Yağmur çiseliyor. Okulun içindeki bir durakta otobüs bekliyorum. Otobüs geliyor. Şoföre gideceğim yeri söylüyorum, bilmiyor. Tarif de edemiyorum çünkü her yer çok yabancı. Şoför başka bir otobüs şoförünü arayıp yol tarifi soruyor. Bense telefonumda bir şeylere bakıyorum. O sırada WhatsApp'tan ve Facebook'tan bir sürü bildirim. Allahım kalbime inecek. Kalp krizi geçirmek üzereyken Facebook bildirimine tıklıyorum, YLSY sonuçları açıklanmış. Hemen sisteme giriyorum, kalbim ağzımda.
Kazanmışım.
Gözümle görüyorum ama kat'iyen inanamıyorum. Gülümseyerek ve nutkum tutulu halde sonuç ekranına bakıyorum. Otobüs şoförü o sırada, "abla siz şurada ineceksiniz" diyormuş, duymuyorum. İkinci kere söylediğinde ancak idrak edebiliyorum. Otobüsten iniyorum. Yüzümde öyle bir ifade var ki insanlar muhtemelen bu kız deli diyorlar arkamdan. Cidden ne yapacağımı bilemiyorum. Hemen ailemi arıyorum, kazandığım haberini veriyorum. Ama öyle bir telaş içinde söylüyorum ki büyük ihtimalle dediğimden hiçbir şey anlaşılmıyor.
Sonra karnımın aç olduğunu hissediyorum. Gördüğüm ilk sokak satıcısından simit alıyorum. Ben sokak simidi yemem sevgili okur. Zaten o an aldığım simidi saatler sonra avm de tek başıma kutlama yemeği yerken ancak hatırlıyorum.
Kalacağım yere gidiyorum hızlıca. Otobüse yetişmem gerektiği geç de olsa aklıma dank ediyor. Valizimi alıyorum, çıkışımı yapıyorum. Ama hala kendimde değilim ve sevincimi yüz yüze kimseyle paylaşamamışım. Resepsiyondaki görevliye diyorum ki, ben burs kazandım, yurt dışına gideceğim. Gülümsüyor, beni tebrik ediyor. Hayatımda yaptığım en anlamsız şeylerden biri daha. Sonra koşarak otogara. Biletimi alıyorum, avm de otobüs saatimin gelmesini bekliyorum. Bu sırada yediğim muhtemelen en kötü pizzalardan birini sipariş ediyorum. Bir pizzanın sucukları neden tamamen et tadı gelecek şekilde yapılır hala anlamış değilim.
Ankara'ya doğru yola çıkıyoruz. Dinlenme tesisinde tanıdık bir yüz: Tokat'ta birlikte sınava girdiğimiz bir arkadaş. Daha doğrusu o zamana kadar arkadaş değiliz ama ben yanına gidip tanışınca arkadaş oluyoruz. Sınava ben birinci sırada girmiştim onun da ikinci sırada girdiğini hatırlıyorum. Sınav sorularını tartışıyoruz, verdiğimiz cevapları karşılaştırıyoruz. Onunkiler benimkinden daha iyi. O an yurt dışını söyleyemiyorum ama inşallah sen kazanırsın, diyorum. Sonuçlar açıklandığında onun asil benim yedek olduğumu görüyorum ve aslında pek de tanımadığım bir insanın başarısına o an gerçekten kendi başarımmış gibi çok seviniyorum.
Yağmur çiseliyor. Okulun içindeki bir durakta otobüs bekliyorum. Otobüs geliyor. Şoföre gideceğim yeri söylüyorum, bilmiyor. Tarif de edemiyorum çünkü her yer çok yabancı. Şoför başka bir otobüs şoförünü arayıp yol tarifi soruyor. Bense telefonumda bir şeylere bakıyorum. O sırada WhatsApp'tan ve Facebook'tan bir sürü bildirim. Allahım kalbime inecek. Kalp krizi geçirmek üzereyken Facebook bildirimine tıklıyorum, YLSY sonuçları açıklanmış. Hemen sisteme giriyorum, kalbim ağzımda.
Kazanmışım.
Gözümle görüyorum ama kat'iyen inanamıyorum. Gülümseyerek ve nutkum tutulu halde sonuç ekranına bakıyorum. Otobüs şoförü o sırada, "abla siz şurada ineceksiniz" diyormuş, duymuyorum. İkinci kere söylediğinde ancak idrak edebiliyorum. Otobüsten iniyorum. Yüzümde öyle bir ifade var ki insanlar muhtemelen bu kız deli diyorlar arkamdan. Cidden ne yapacağımı bilemiyorum. Hemen ailemi arıyorum, kazandığım haberini veriyorum. Ama öyle bir telaş içinde söylüyorum ki büyük ihtimalle dediğimden hiçbir şey anlaşılmıyor.
Sonra karnımın aç olduğunu hissediyorum. Gördüğüm ilk sokak satıcısından simit alıyorum. Ben sokak simidi yemem sevgili okur. Zaten o an aldığım simidi saatler sonra avm de tek başıma kutlama yemeği yerken ancak hatırlıyorum.
Kalacağım yere gidiyorum hızlıca. Otobüse yetişmem gerektiği geç de olsa aklıma dank ediyor. Valizimi alıyorum, çıkışımı yapıyorum. Ama hala kendimde değilim ve sevincimi yüz yüze kimseyle paylaşamamışım. Resepsiyondaki görevliye diyorum ki, ben burs kazandım, yurt dışına gideceğim. Gülümsüyor, beni tebrik ediyor. Hayatımda yaptığım en anlamsız şeylerden biri daha. Sonra koşarak otogara. Biletimi alıyorum, avm de otobüs saatimin gelmesini bekliyorum. Bu sırada yediğim muhtemelen en kötü pizzalardan birini sipariş ediyorum. Bir pizzanın sucukları neden tamamen et tadı gelecek şekilde yapılır hala anlamış değilim.
Ankara'ya doğru yola çıkıyoruz. Dinlenme tesisinde tanıdık bir yüz: Tokat'ta birlikte sınava girdiğimiz bir arkadaş. Daha doğrusu o zamana kadar arkadaş değiliz ama ben yanına gidip tanışınca arkadaş oluyoruz. Sınava ben birinci sırada girmiştim onun da ikinci sırada girdiğini hatırlıyorum. Sınav sorularını tartışıyoruz, verdiğimiz cevapları karşılaştırıyoruz. Onunkiler benimkinden daha iyi. O an yurt dışını söyleyemiyorum ama inşallah sen kazanırsın, diyorum. Sonuçlar açıklandığında onun asil benim yedek olduğumu görüyorum ve aslında pek de tanımadığım bir insanın başarısına o an gerçekten kendi başarımmış gibi çok seviniyorum.
Daha sonradan öğreniyorum ki annem haberi ilk verdiğimde ben
telefonu kapatınca ağlamış. Sevinçten değil ha, üzüntüden. Aradan üç ay geçti,
şimdilerde valizime yiyecek ne koyabileceğini düşünüyor.
Bu süreç gerçekten çok uzun ve yıpratıcı. Mülakatı kazandıktan sonra ilerleyen aşamalarda görüyorsunuz ki mülakatı kazanmak aslında en kolay kısmıymış. Ve süreç halen devam ediyor. Her an maillerimi kontrol etmem, birileriyle iletişime geçmem ve WhatsApp gruplarını takip etmem gereken bir süreç bu. Şu an cidden ne hissetmem gerektiğini, ne hissettiğimi bilmiyorum. Ama sanırım heyecan, yerini daha teknik detaylar içinde boğulmaya ve bir miktar endişeye bıraktı. Bundan sonra ise ne olur bilemem.
Bu süreç gerçekten çok uzun ve yıpratıcı. Mülakatı kazandıktan sonra ilerleyen aşamalarda görüyorsunuz ki mülakatı kazanmak aslında en kolay kısmıymış. Ve süreç halen devam ediyor. Her an maillerimi kontrol etmem, birileriyle iletişime geçmem ve WhatsApp gruplarını takip etmem gereken bir süreç bu. Şu an cidden ne hissetmem gerektiğini, ne hissettiğimi bilmiyorum. Ama sanırım heyecan, yerini daha teknik detaylar içinde boğulmaya ve bir miktar endişeye bıraktı. Bundan sonra ise ne olur bilemem.
Esen kalın.
...cgm cok tebrik ediyorum ����
ReplyDeleteçok teşekkür ederim ...cığım, seni çok özledim. :'
DeleteGerilim filmi gibi başladığınız yazınızın sonlarına doğru bıraktığı tebessüm çok sade ve klasik tebrik ederim.
ReplyDeleteokuduğunuz için ben teşekkür ederim.
DeleteNe yanıt verirdiniz "neden akademisyenlik?" Sorusu yöneltilmiş olsaydı?
ReplyDeleteonlara üniversite 3 den beri bu işi istediğimi, akademisyenlerle tanışmak, sohbet etmek için çok fazla etkinliğe katıldığımı, okumayı- yazmayı, ve araştırmayı hele hele anlatmayı çok sevdiğimi, kişiliğime en uygun ve tutkuyla yapacağım mesleğin bu olduğunu söylerdim.
DeleteBaşından sonuna kadar heyecanla okudum. Çok faydalı ve sevecen bir yazı olmuş. Hayatında başarılar.. :)
ReplyDeletebeğenmenize sevindim. iyi dilekleriniz için çok teşekkürler!
DeleteHukuk 3.sınıf öğrencisi olarak kafamın çok karışık olduğu bir dönemde karşıma çıktınız.Yazınızı okurken çaresizliğinizi o kadar içten hissettim ki.Kazandığınızı görünce gerçekten gözlerim doldu.Umazrım bu hayatta her zaman istediğiniz yere gelirsiniz:)
ReplyDeleteah, çok teşekkür ederim! umarım mezun olduğunuzda hayal bile edemeyeceğiniz kadar güzel kapılar açılır önünüzde. iyi dilekleriniz için çok teşekkürler. :)
DeleteHukuka dair bütün yazılarınızı o kadar kendimi görerek, o kadar ilgi ve keyifle okudum ki sizinle benzer bir yol izlemek isteyen 4. Sınıf bir kardeşiniz olarak size süreç hakkında danışmam mümkün müdür acaba herhangi bir mecradan dönüş yaparsanız cok sevinirim eğitim hayatınızda daha nice başarılarınız olmasi dileğiyle
ReplyDeleteMerhaba, çok geç gördüm yorumu kusura bakmayın lütfen. av.ozcanfatima@gmail.com a mail atabilisiniz.
DeleteMerhabalar ,hukuk fakültesi 2. Sınıf öğrencisiyim.Hayalimdeki meslek en başından beri akademisyenlik ,geçen gün arkadaşlarımla konuşurken MEB bursundan bahsettiler.Bende konuşma üzerine araştırmaya başladım .Sonra sizin yazınıza denk geldim ,gözlerim dolu dolu okudum.Çok tebrik ederim ,umarım her şey gönlünüzce olmuştur.Yaziniz beni inanılmaz motive etti.Aklima takılan birkaç soru var, genel olarak yurtdışında yüksek lisansla alakalı.Orta seviye bir devlet üniversitesinde okuyorum , ingilizcem de B1 seviyesinde.Bunlar ,özellikle üniversite çok etkili oluyor mu ?
ReplyDeleteMerhaba, teşekkür ediyorum nazik sözleriniz için. çok geç gördüm yorumu kusura bakmayın lütfen. İngilizceyi sonradan halledebiliyorsunuz, bursu kazanmak için bir şart değil. Üniversiteniz de aşırı etkili değil. Daha başka sorularınız varsa
Deleteav.ozcanfatima@gmail.com a mail atabilisiniz.